Dünyadan Kültür-Sanat

İran Sineması’nın Boyutları ve Sansür

Bazıları İran Sineması’nı şu şekilde küçümser. Bir adam karısıyla mutludur; sonra yeni birisini görür ve ona aşık olur. Karısını terk eder; aşık olduğu kadına gider ve nankörlük eder. Nankör olan adam kör olur, gözleri görmez. Yaptığı hatayı anladıktan sonra kör olsa bile eski eşi onu kabul eder. Sonrasında adamın gönül gözü açılır vs….

Bu tarz didaktik unsuru ağır basan filmleri eleştirmek makuldür ama bir film ya da bir yönetmen üzerinden o ülkenin sinemasını eleştirmek oldukça haksız olsa gerek.

İran Sineması’nın aslında bir çok boyutu var. Kimi zaman didaktik, kimi zaman ise epik unsurlar barından filmler özellikle 1979 devriminden sonra oldukça başkalaşmıştır. Sinemanın etkisini gören dini kesim de hemen harekete geçmiştir. Örneğin devrimden sonra rejimin propaganda aleti işlemi gören sinema için dönemin bazı fetvacıları, Kerbela dramını anlatan bir film, bir ayinden daha etkilidir diyebilmiştir.

Sinema, İran-Irak Savaşı döneminde de birçok savaş ve kahramanlık, şehitlik temalı filmlerle gündeme oturmuştur. Bu filmler hem devrimin İslami hem de devletin resmi propagandasını yaymada önemli bir işlev görmüştür. Örneğin, bu savaş boyunca çekilen filmlerde bazı detaylar vardır.

İki ülkenin de Müslüman olmasından ileri gelen bir nedenden ötürü, karşı tarafı yani Iraklı askerler “kafir” olarak gösterilemeyeceği için bu askerler daha çok kötü, zalim, acımasız ve bazı zamanlar da Baas Partisi’nin ateistleri olarak gösterilmiştir.

İran’ın tüm dünya tarafından yalnız bırakılması ve içine kapandığı dönemlerde ise uluslararası kamuoyu tarafından tanınan özellikle Abbas Kiorastami gibi yönetmenlerin yurt dışındaki festivallerde yaptığı konuşmalarla diplomatik bir işlev görmüştür.

Ama İran Sineması deyince birçoğunun aklına doğal ve ilk olarak sansür gelir.

Sansür ve İran Sineması arasındaki ilişki sürekli süre gelen bir tartışma. Sansür sebebiyle özgür filmlerin çıkamaması, politik eleştiri yapan yönetmenler ve rejimin “müstehcen” olarak adlandırdığı görüntülerle gündeme gelen oyuncuların sürgün edilmesi, yine bilinen bir olgudur.

Tüm bu bulanık tablo içerisinde ise yönetmenler her şeye rağmen dirençlerini gösteriyor ve yaratıcı fikirler ile bu sansürün üstesinden gelebiliyor. Daha doğrusu anlatı gücünü zenginleştirerek söylemek istediklerini dolaylı yollardan söylüyorlar.

Bu dolaylı anlatım zaman zaman çocuklar üzerinden devam ediyor.  Örneğin 1987 yapımı Abbas Kiorastami imzalı “Arkadaşımın Evi Nerede?” filminde öğretmenler otoriteyi temsil eder. Ardından, çocuğun annesi diğer bir otoriteyi, baba ise baskı figürünü temsil eder. Yine 1995 yapımı Mohsen Makhmalbaf imzalı “Salaam Cinema” filminde, amatör oyuncuların yönetmene itaatleri üzerinden bir anlatı izlenmiştir.

Ne var ki sansür kurumu bu filmleri de tehlikeli görmüştür. “Arkadaşımın Evi Nerede?” filmi uzun yıllar yasaklı kalmış ve 1989’da gösterime girmesine izin verilmiştir. Film Şah döneminde bir okulda otoriteye bir eleştiri getirse de devlet tarafından mevcut güce bir eleştiri olarak düşünülmüştür.

Burada otoriterin en başı olan devleti kastetmeyen bir anlatı ile, toplum hayatında daha küçük ve sık karşılaşılan diğer otoriteler üzerinden bir eleştiri sunulmuştur.

Sansüre en çok maruz kalan kişiler ise kadınlardır. İran’ın yaşadığı sosyal ve politik gelişmelerle kadınların toplumda ve sinemada artık daha fazla yer alabildiğini biliyoruz.

Ama 1995 yapımı “Ziyaret” filmine kadar film afişlerinde kadınları birinci planda, renkli bir şekilde göstermek yasaktı. Yine o dönemlerde sigara içen bir kadını göstermek de sansür kurumlarının odağındaydı.

Yine kadın ve erkeklerin film boyunca yakınlaşmaları ayrı bir tartışma ve gülünç konusu. Örneğin, genç bir asker, uzun yılların ardından evine dönüyor ve annesine kavuşuyor; doğal olarak yapmaları gereken ilk şey anne ve oğulun sarılması fakat yetişkin bir birey olan erkek, gerçekte namahrem olarak değerlendiren bir kadına ama filmdeki annesine sarılamıyor.

Bu koşullarda anne ve oğulun sevgi ve kavuşma sahnelerini gösteremeyen yönetmenlerin iki kişinin arasındaki aşkı gösterebilmek için normal yönetmenlere göre daha fazla düşünme egzersizine ihtiyaçları vardır.

Buna rağmen İran Sineması’nın başarısının bir sırrı da, incelikli düşünülen senaryo ile yaratıcı sahnelerin bir araya gelmesi ve ardından duygulara oldukça yoğun bir şekilde hitap eden filmleri ortaya çıkarabilmesidir.  Michael Haneke’nin 2012 yapımı filmi “L’amour” (Aşk) bir çok ödül alan oldukça etkileyici bir filmdir. Ama bir yıl öncesinde Homayoon Asadian tarafından çekilen “Tala va mes” ( Altın ve Bakır) filmi de konu ve içerik anlamında oldukça benzer unsurları barındıran ama tanınmayan bir filmdir.

Sanatsal açıdan eleştirirsek, bu yasakların ve sansürlerin paradoksal olarak İran sinemasının kendi dilini yaratmasına izin verdiğini söyleyebiliriz. Karanlık planda gösterilen uyuşturucuya karşı, aşırı ışık kullanımıyla aydınlatılan kahramanlar, siyah tonların kötü karakterlerle bir arada kullanılmaması çünkü siyahın Şiiliği temsil etmesi vs. Aslında renk kullanımının İran Sineması’nda önemli bir yeri olduğunu gösteriyor.

Sözü, bunca sansüre rağmen neden İran’ı terk etmediniz sorusuna yanıt veren Abbas Kiorastami’ye bırakalım:

“Bir ağacı kök saldığı yerden ayırıp başka bir yere taşırsanız, ağaç meyve vermez olur. Verse de, kendi yerindeyken vereceği meyve kadar güzel olmaz. Bu, doğanın kanunudur. Bence, ülkemi terk etmiş olsaydım, aynen o ağaç gibi olurdum.”

Mert DEDECAN

Kaynakça

Devictor, Agnés , Politique du cinéma iranien De l’âyatollâh Khomeyni au président Khâtami , Éditions du CNRS, 2004

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu