Sinema

Kadın Filmi : Saint Omer

Kadın Filmi : Saint Omer

Nisan ayında 42. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Saint Omer filmi bir anneyi daha doğrusu bebeğini öldüren bir anneyi sanık olarak kürsüye çıkarıyor ve izleyiciyi de adeta tanık ya da hükmü vermede belirleyici olacak jüri üyesi yapıyor.

Yönetmen Alice Diop daha önce zaten belgesel filmlerinde hem göçmenlerin hem de kadınların yaşamlarına ışık tutmuştu. 2020 yılı “Biz” filminde bunu görüyoruz.

Saint Omer’de de başrolde Senegal’den okumak için Fransa’ya gelen ve 15 aylık kızını gelgit tarafından sürüklenmek üzere kumsala bırakmakla suçlanan anneyi görüyoruz.

Bugüne kadar hep kıyıya vurmuş göçmen ve mültecileri görmüştük. Bu sefer bir göçmen annenin sulara karışması için kıyıya bıraktığı hiç bir kaydı dahi olmayan bebeğini görüyoruz ve film bu şekilde açılıyor.

Sinemanın gücü bir kez daha burada ortaya çıkıyor çünkü filmin başlarında hiç çekinmeden suçunu üstlenen bu kadına karşı izleyicinin doğal olarak ilk tepkisi olumsuz oluyor. “Bebeğini öldüren anne” kolay kolay affedilemeyecek bir sıfat ne de olsa.

Ama film ilerledikçe ve bu göçmen kadının yaşadıklarına jüri koltuğunda ya da tanık sıfatıyla baktığımızda yargılanması gerekenin makro ölçekte “devletin ve toplumun” mikro ölçekte ise “çocuğun babası” olduğuna kanaat getirmeye başlıyoruz. Yani sinema, yine “kötü” karakterlerle her halükarda bir bağ kurduruyor çünkü filmin sonuna doğru toplum tarafından ölümüne terk edilerek dışlanmış, ne çocuğunun babası tarafından ne de öz annesi tarafından yeterli desteği görememiş, kimsenin görmediği bir halde “hayalet” gibi yaşamak zorunda kalmış, büyücülükle delilik arasına sıkışmış bu kadını deliliğe mahkum edip müebbet hapis cezası vermek istemedik.

Film aslında Fransa’nın kuzeyinde bir şehir olan Calais’de yer alan Saint Omer kasabasının adından geliyor. Duruşma da zaten bu bölgede gerçekleşiyor.

Kadın Filmi

Film açısından diyebiliriz ki bu film bir kadın filmidir. Kadın filminden kastım kadını ve kadınları odağına alan bir film. Eş olarak kadın, anne olarak kadın, göçmen olarak kadın, hakim olarak kadın vs.

Filmde hem doğmuş ve ölmüş bir kız çocuğu hem de anne karnında bir bebek, onların anneleri ve o kadınların da anneleri olmak üzere 3 jenerasyonu gözlemliyoruz.

Film zaten en başında 1940-1945 dönemi Fransa’nın Vichy hükümeti ve sonrası döneminin derste anlatılmasıyla başlıyor.

Bu kısımda işgalci güçler olan Alman askerleriyle beraber olan “işbirlikçi” Fransız kadınların Fransa özgürleştikten ve özgür Fransa kurulduktan sonra herkesin önünde saçlarının kazınarak yaptıklarından utandırılmaları ve afişe edilmeleri gösteriliyor.

Erkekler tarafından kullanılan ve sonra yine başka erkekler tarafından utandırılan kadınlar…

Film boyunca belki de tek erkek diyebileceğimiz oyuncu ve karakter bu davayı soruşturan ve duruşma salonunda hazırda duran savcı. Film boyunca tüm o duygu ve insan psikolojisini anlamaya yönelik tartışmalar içerisinde olaylara en rasyonel şekilde bakıp bebeğini öldüren kadına yönelik hükmünü hemen vermeye hazır erkek savcı.

Filmin diğer başrol oyuncusu, bu davayı takip edip kitaplaştırmak isteyen Rama’dır. Rama aynı zamanda hamiledir. Bebeğini öldüren kadının duruşmasına katılıyor ama açığa çıkacağını tahmin etmediği duygularla oradan ayrılıyor. Aslında olan esasında o da annesi gibi olmak istemeyen bir anne adayı.

Filmin sonundaki şu diyalogla yazıyı sonlandıralım:

“Ben bebeğimi öldürdüm ama o içimde yaşıyor.

DNA sadece anneden bebeğe geçmez, her bebek de annesine DNA’sını bırakır. Bizim DNA’mız annemizde kaldı. Biz annelerimizin içinde yaşıyoruz.”

Mert DEDECAN

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu