Dünyadan Kültür-Sanat

(Wajib) Düğün Davetiyesi’nin Anlattıkları

Film İsrail’in en çok Arap nüfusa sahip olan Nasıra bölgesinde yaşayan Hristiyan bir Arap ailenin, daha doğrusu baba ile oğlun hikâyesi. Filmin adı olan “Wajib” ise eski bir geleneğin adı. Bu geleneğe göre düğün merasimi için hazırlanan davetiyeler kapı kapı dolaşılıp gelecek misafirlere elden teslim ediliyor.

Filmimizde ise baba rolündeki Ebu Shadi ve oğlu rolündeki Shadi (yurt dışından kardeşi Amel’in düğünü için gelmiştir) bu görevi gerçekleştirmek için günler boyunca şehrin bir köşesinden diğer köşesine gidiyor ve zengin bir geçmişe, kültüre sahip şehirde birçok farklı hikâye ile karşılaşıyoruz.

Filmin temel çatışma alanlarını ise doğu/batı, gelenek/modern, realizm/idealizm ikilemleri olarak özetleyebiliriz.

Oğul rolündeki Shadi karakterimiz Batı’da, Roma’da mimarlık eğitimi görmüş ve hâlihazırda orada yaşamakta olan biridir. Batıyı, moderniteyi ve idealizmi temsil etmektedir ve “aydın” tanımına uymaktadır.

Aydın kavramı, az gelişmiş ülkelere özgü bir terimdir, gelişmiş ülke dillerinde bulunmaz. Gelişmiş ülkelerdeki yaklaşık karşılıkları (entelektüel ve intelligentsia) aynı anlamı tam olarak veremez. Aydın kavramı, Batı’nın 17. Yüzyılda yaşadığı Aydınlanma Çağına gönderme yapmaktadır; Aydınlanma’nın değerlerini özümsemek ve taşımakla ilgilidir. Küçük burjuva tabakasının okumuş kanadından gelen aydın bunu ya Batı’ya gidip eğitim görerek, ya da kendi ülkesindeki Batı okullarında okuyarak gerçekleştirir. Sonunda, aydın kendi az gelişmiş toplumuna çok yabancı olan Batılı değerleri alır ve bütünüyle özümser. Bunlar sayesinde kendi toplumuna dışarıdan bakma olanağını elde eder ve içeriden görülmeyen şeyleri görür.

Shadi’nin dikkatini ilk olarak dünyanın en eski şehirlerinden biri olan Nasıra’da mimaride estetik kaygının hiçe sayılması ve pratik çözümlerle balkonlara plastik muşamba asılması çekiyor. Hatta kendi düğün evleri için babası da bir dükkâna girip plastik muşamba almak istiyor çünkü evlenecek olan kız kardeşinin öyle istediğini söylüyor. Burada mimar/müteahhit ayrımını da görebiliriz. Mimar estetik kaygılar güder, işlevsellikten ziyade estetiği ön planda tutar ve idealisttir. Müteahhit ise zamanla ve para ile yarışır, realisttir ve işlevsellik onun için ön plandadır.

Shadi, Nasıra şehrine her baktığında bir eksiklik, bir çarpıklık görüyor çünkü Roma gibi bir başkentte yaşıyor olmanın getirdiği bir bakış açısına sahip. Yurt dışında eğitim gören ve Türkiye’ye dönen her Türkiye gencinin de şikayet ettiği gibi yetersiz altyapıdan, düzensiz belediyecilikten dem vurarak trafik durumuna kızıyor. Çünkü geldiği yerde şehir planlaması son derece düzenli ve insanlar trafikte kavga etmiyor. Filmde ise trafikte yaşanan sopalı kavgalardan, park yeri sorununa, yanlış yere park edildiğinde mahalleli tarafından kesilen lastik patlatma cezasına kadar her olaya şahit oluyoruz.

Baba Ebu Shadi ise İsrail gibi hegemon ve Yahudi etnik kimliğine dayalı bir ülkede Hristiyan/Arap olarak yaşamanın verdiği mecburiyetleri ve ödevleri kabullenmiştir bu anlamda hayatta kalabilmek, ailesini geçindirebilmek için gerektiğinde Yahudi büyüklerine taviz vermekten hiç çekinmeyen biridir ve realizmi temsil etmektedir. Böyle bir ülkede bu kimlikle yaşamak içinde pragmatik olmak şarttır demek istiyor. Kendisine göre, kimse İsrailli birinin hayvanını dahi asla öldüremez, İsrail askerleri sokakta rahatça dolaşabilir, restoranda yemek yiyebilir ve terfi almak için İsrailli ajana yaranmak zorundasındır. Film boyunca oğlu Shadi ise asla anlam veremiyor babasının bu düşüncelerine.

Aynı zamanda insanlara gerçekleri değil duymak istediklerini söyleyen biridir Ebu Shadi. Bu davranışının altında, gerçeklerden rahatsız olacaklarını bildiği insanları üzmeme kaygısının naifliği mi yatmakta yoksa aynı gerçekleri kendisinin de kabullenmek istemeyişinin çaresizliğimi barınmakta tartışmaya açık bir konu.

Örneğin akrabalarına oğlunun Roma’da tıp okuduğunu söylüyor. Oğlunun kayın pederi ( kendisi eski Filistin Kurtuluş Örgütü üyesidir ve bu yüzden her ne kadar dönmek istese de ülkesinde değil Roma’da yaşamak zorundadır ) ile yaptığı telefon görüşmesinde sokaklarda çöpler ve derme çatma binalar olmasına rağmen “her yer tıpkı eski Nasıra gibi güzel, portakal ağaçları var” diyor. Yaşlı eski Nazıra halkından bir büyüğe davetiye götürdüklerinde oğlunun kız arkadaşının yurt dışında yaşadığını söyleyemiyor. Oğlunun neden gerçeği söylemedin sorusuna ise bu yaşlı amca tüm gençlerin Nasıra’yı terk etmesinden dolayı çok üzgün bu yüzden söylemek istemedim diyor.

Filmde seçilen 2 şehir oldukça bilinçli bir tercih. Birisi Hz. İsa’nın da doğduğu ve çocukluğunun geçtiği hatta Nasıralı İsa olarakta anılmasına sebep olan Nasıra, diğeri ise Kutsal Roma İmparatorluğu’nun merkezi, Hristiyanlığın Batıdaki kalbinin attığı Roma. Batı ve Doğu arasında Hristiyanlığın iki formuna şahit oluyoruz. Roma’da, Batı’da mevcut olan seküler din anlayışını Nasıra’da göremiyoruz çünkü film boyunca örneğin Shadi’nin uzun saçı, giydiği pantolonun ve gömleğin rengi sürekli tartışma konusu oluyor. Üstelik kadının bakireliği, erkeğin eşçinselliği bir tabu olarak güncelliğini koruyor. Shadi’nin anne ve babasının neden ayrıldığını bilemiyoruz fakat annesinin Nasıra’yı, ailesini terk edip Amerika’ya gittiğini ve kızının düğününe bile toplumsal baskıdan korktuğu için gelemediğini görüyoruz.

Film, politik anlamda vermek istediği mesajları arabada aralarda geçen radyo yayınları aracılığıyla aktarıyor. Bu haberlerde İsrail’in Filistinlilere yönelik yeni yaptırımları ve yasaklamaları duyuruluyor. Zaten Shadi’ye göre İsrail, kendileri dâhil hiçbir Filistinliyi ülkede istemiyor.

Filmin son sahnelerindeki baba ile oğul arasında geçmişleri ve toplumsal normlarıyla alakalı olarak yaşanan bir hesaplaşma sahnesinde ise Shadi, babasının İsraillilerden daha iyi bir şekilde onların dilini öğrendiğini ama onların gözünde hep bir hiç olarak kaldığını söylüyor. Çünkü kendisi Yahudi değildi ve buna yaşamak denemez.

Bu tartışmadan sonra baba Ebu Shadi tek başına arabasına atlıyor ve araba sürerken bir kavşakta sürekli kendi etrafında döndüğünü görüyoruz. Sanki hiçbir yöne sapmadan sürekli çember çiziyor. Yoruma açık olan bu sahnede kahramanımız Ebu Shadi, yaşadığı hayatında bir çemberin içinde sıkışıp kalmışta olabilir, başlangıcı ve bitişi aynı noktada sonlanan lineer değil daire şeklinde değerli bir yaşam sürdürmüş olduğu da söylenebilir.

Doğu/batı, gelenek/modern, realizm/idealizm gerilimlerinin sürüp gittiği filmin sonunda ise baba ve oğul sanki bu gerilimleri uzlaştırmışçasına kadim Nasıra manzarası eşliğinde sakince kahvelerini yudumluyorlar.

Mert DEDECAN

Aydın tanımlaması için bkz.

Oran, Baskın, Türk Dış Politikası Cilt 1, İletişim Yayınları, s.51,52

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu