Bohem Hayatı
Çingenelerin göçebe ve başıboş yaşamlarına benzer biçimde günü gününe, tasasız, derbeder bir yaşayışı olan kimse. (Genellikle sanat ve yazın çevresinden kimse ya da topluluk)
Sözlük anlamı bu şekilde olan Bohem ya da bohemizm genellikle sanatçılara yakıştırılır. Bohemya, hem yoksulluk hem de dikkatsizlik içinde günden güne yaşamanın bir yoludur aslında. Yoksulluk bazen bir tercih bazen bir zorunluluktur.
Evet maddi kaygıları hep vardır ama bu kaygılar ruhlarının inceliklerine asla zarar vermez. Diğer bir deyişle bu maddi kaygılar sebebiyle sanatçı ruhlarından ödün vermezler.
Maddiyata, günlük dünya tasalarına, kariyere, lükse pek önem vermedikleri için terk-i dünya eden filozof ya da dervişlere benzetilebilirler ama bu insanlar bilakis şehirde yaşar. Şehrin merkezine yakınlıklarıyla bilinirler. Yalnızlığı sürekli tercih etmez, her yerde birileriyle kolaylıkla tanışırlar.
Fransız centilmeni misiniz?
Hayır, yani evet centilmenim ama Fransız değilim, Arnavut’um.
Eşsiz sinema diline ve görselliğe sahip Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismäki imzalı La Vie de Bohème (Bohem Hayatı) filmi, adından da anlaşılacağı üzere ressam, müzisyen ve yazar olan üç sanatçı ruhlu bohemin Paris’teki yaşamına odaklanıyor. Yukarıdaki bu diyalog ise filmimizin centilmeni ressam Rodolfo ve aşığı Mimi arasında, ilk karşılaştıklarında geçen diyalog.
1992 yapımı film tercihen siyah beyaz çekilmiştir ki filmin ruhuna oldukça uygundur. Ressam (Rodolfo), yazar (Marcel) ve müzisyen (Schaunard) arasında geçen filmde ise hikâye daha çok Rodolfo üzerinden akmaktadır. Bu manada 2004 yapımı, İtalyan ressam Amedeo Modgliani’nin biyografik yaşantısını anlatan, 1900’lü yıllarda Paris’in sanatsal ortamında geçen filmi Modigliani akıllara geliyor.
Ünlü ressamlar, alkol, kadın, resim tutkusu, yoksulluk, aşk ve ölüm
Bohem Hayatı filmimizde ince ruhlu karakterlerimizin arabaları bile örneğin 3 tekerlekli, ucuz, sade bir arabadır. Kaldıkları ev çoğu zaman tek odalıdır ama işlevseldir ve manzara açısından estetiktir. Sanki bu evrende daha az yer kaplamak istiyorlar, kimseye zararları yok.
Dücane Cündioğlu’nun şu tanımı kendilerine oldukça uygundur.
“İnsan ruhu inceldikçe (algı kapasitesi arttıkça) daha küçük daha narin daha zarif şeylere eğilim duyar. Oysa eğitimsiz kaba ve küçük ruhlar haz alabilmek için daima kocaman, geniş, büyük, devasa, iri şeylere yönelirler. Büyük yapılar, büyük takılar, büyük arabalar, büyük hedefler…“
Ömer Hayyam da bu insanların dünyadan taleplerini şu şekilde özetlemiştir:
“İki batman şarap, bir buğday ekmeği.
Bir koyun budu, bir de ay yüzlü sevgili.
Daha ne istenir bilmem şu dünyada
Padişah daha iyisini bulabilir mi?”
Gerçeklik ile uzaktan yakından alakası yok belki ama bizim baş centilmenimiz romantizm akımının bir temsilcisi gibi davranıyor. Aşığını ısıtmak için ceketini yakan Mecnun’u, parasını yakan Escobar’ı gördük ama bu seferki bir başka…
Sanki boğuluyorum nefes alamıyorum.
-Pencereyi açabilirim.
Faydası olmaz hem burası soğuk zaten.
-Şömineyi yakayım mı?
Ne odunumuz ne de kömürümüz var.
-Eskiden yazdığım şiirler var, bir gün bastırırım diye düşünüyordum. Şimdi en azından bizi ısıtacaklar.
Ve evet, ruhu ısıtmak için yazılan şiirler bu sefer bedenleri ısıtır.
Filmde karşımıza çıkan bir diğer olgu, Fransa’da yaşayan kayıtsız, belgesiz kişilerdir. Baş karakterimiz Fransa’da kimliksiz yaşayan bir Arnavut’tur ve kimlik kontrolünden sonra sınır dışı edilmiştir.
Yönetmenimizin yine aynı naiflikle çektiği diğer filmi Le Havre (Umut Limanı) filmi tamamen bu konuya ayrılmıştır. Fransa’ya yeni gelen, İngiltere’ye geçmeye çalışan göçmen ve mülteciler bilindiği üzere sınır şehri Calais’de ve o bölgede Jungle’da kalmaktadırlar. Gabon’dan konteynerlerin içinde Le Havre’a gelen İdrissa’ya yardım eden, polisten koruyup kollayan ve amacına ulaşmasına destek olan kişi ise Bohem Hayatı filmimizdeki yazar olan Marcel yani André Wilms’tir.
Film bu manada karakterin ileriki yaşantısına ışık tutar. Marcel’in yaşantısı pek değişmemiştir. Yine yoksuldur ama eşi ile mutludur. Eskiden olduğu gibi birkaç kadeh yuvarlamak için evine en yakın bistroya gider ve arkadaşlarıyla sohbet eder. Yaşantısı ise İdrissa’nın gelişi ile değişse de ruhunun inceliği asla değişmemiştir.
Yine bu iki filmde François Truffaut’un ölümsüz eseri 400 darbe (Les Quatre Cent Coups) filminin olağanüstü karakteri olan Antoine yani usta oyuncu Jean-Pierre Léaud’u görmek ayrı bir keyif konusu.
Bohem yaşantısını ve o yılları hatırlatan Edith Piaf’ın Bohem Hayatı filminde de fonda sık sık geçtiğini ekleyerek bitirelim.
Mert DEDECAN