Dünyadan Kültür-Sanat

Polonya’da Bir Manipülatör: The Hater (2020) Filmi

https://www.youtube.com/watch?v=p4f1yVX7BuE

The Hater (2020) Jan Komasa tarafından yönetilen özellikle kurgusu ve senaryosuyla dikkat çeken Polonya imzalı bir film.

Genel olarak filmin konusu, hukuk fakültesinde okuyan ve ödevinde intihal yaptığı için burslu olarak eğitim gördüğü okuldan atılan son derece hırslı ve öfkeli bir gencin, sosyal medya üzerinden “fake” hesaplar ve “trol” ordularıyla infial yaratan, tabiri caizse istediği kişileri ipten alan, ipe koyan bir şirkete girmesi ve kırılgan Polonya toplumunu yarmasıdır.

Filmin Lehçe orijinali ” İntihar Odası: Öfke” şeklindedir. Fransızcaya ise “Öfkenin Tadı” şeklinde çevrilmiştir. Sosyal medyanın öfke duygusunu körükleterek manipüle edici gücü filmin dayandığı ilk noktadır.

Sun Tzu’nun 2500 yıl öncesinde yazdığı “Savaş Sanatı” kitabı ise başkarakter üzerinden işleniyor. Düşmanı tanımak, savaşmadan düşmanın direncini kırmak, soğukkanlı kalmak, manipülasyon, taktik, strateji vs. tüm bunlar bir sosyal medya manipülatörünün bilmesi gereken, uygulaması şart olan ögeler.

Polonya özelinden baktığımızda ise bilindiği gibi ülke, Avrupa’nın Vatikan’dan sonra en Katolik ülkelerinden biridir. 2015 yılında Lehçesi PİS olan aşırı sağ ve popülist eğilimli Hukuk ve Adalet Partisi tek başına iktidardadır. Bu sebeplerden dolayı özellikle LGBT ve mülteci meselesi oldukça kırılgan bir fay hattı olarak sürekli gündemi meşgul ediyor.

Nitekim filmin çekimleri esnasında, mülteciler ve azınlıklar LGBT bireylerine karşı açık tutumuyla bilinen liberal politikacı ve Gdańsk şehri Belediye Başkanı Paweł Adamowicz 2019 yılında suikaste kurban gidiyor.

Filmde tam olarak benzer politik duruşuyla bilinen belediye başkan adayına yapılan suikastı işliyor. Bu suikastın geri planında ise sosyal medya manipülatörü, öfke körükleyicisi Tomasz karakteri aşırı sağ grupları harekete geçirici postlar, görseller ve etkinlikler paylaşarak öfke fitilini ateşlemiş oluyor.

Mültecilere olan öfkenin temelinde yatan mesele filmde ekonomik boyutundan ziyade kültürel boyutuyla ele alınıyor. Nitekim “mülteciler geldi işlerimizi elimizden aldılar” sloganından ziyade, “mülteciler geldi, Hristiyanlık medeniyeti çökecek, beyaz Avrupa’mız bitecek” gibi alt yapıdan bakıldığında son derece yoksul, işsiz, güvencesiz gençlerin üst yapıdan kültürel ögeleri ön plana çıkararak öfkelerini gösterdiklerini görüyoruz.

Mesele Avrupa’yı göçmen istilasından korumak; çünkü göçmenler zaten Avrupalı halkın çalışmak istemediği sektörlerde çalışıyor.

Filmin en vurucu sahnesi ise, sosyal medyadan mültecilere karşı paylaşımlarda bulunurken Tomasz’ın internet üzerinden yemek söylemesi ve sokaklarda meydana gelen mülteci karşıtı eylemlerde dayak yiyen “mülteci” gencin yaralı bir şekilde gelerek Tomasz’a yemeği teslim ettiği sahnedir.

Fakat Tomazs tüm bunları aşırı sağ görüşleri olduğu, popülist partileri desteklediği için yapmaz. Okuldan atılmış, bursunu sağlayan ailenin kendisine yönelik aşağılayıcı görüşlerini öğrenmiştir. Üstelik sevdiği kadın ile beraber de olamamaktadır.

Ezilmiş hisseden hırslı bir gencin “Savaş Sanatı”nı öğrenerek öfkesini, toplumda hassas gruplara karşı olan öfkeyle birleştirerek rüştünü ispat etmeye çalışması da diyebiliriz asıl meseleye.

Otoritarizmi, popülizmi, antiliberalizmi, Samuel P. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” kaspamında doğu/batı karşıtlığını savunan tarafın karşısına film, demokrasi, eşitlik ve özgürlüğü savunan “Avrupa Milli Marşı” yani Beethoven’ın 9. Senfonisini yerleştiriyor.

“Kardeş olun ey insanlar bunu ister Tanrımız”

  1. Senfoni olur da şiddet eksik olur mu ?

Filmin sonunda bir kez daha bu ikileme şahit oluyoruz.

Mert DEDECAN

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu