EdebiyatFelsefe

Aşk Nedir? Aşka Sitayiş – Bölüm 6: Aşk ve Sanat ve Sonuç

Arşiv niteliği açısından önemli bulduğum ve bütün zorluklara, konsantrasyon eksikliğime rağmen ısrarla bitirmeye çalıştığım yazı dizimizin sonuna nihayet gelebildik. 

Önceki bölümler için: 

https://labohemedergisi.com/2022/07/ask-nedir-aska-sitayis-bolum-1/
https://labohemedergisi.com/2022/08/ask-nedir-aska-sitayis-bolum-2-filozoflar-ve-ask/
https://labohemedergisi.com/2022/12/ask-nedir-aska-sitayis-bolum-3-4-askin-insasi-ve-hakikati/
https://labohemedergisi.com/2024/05/ask-nedir-aska-sitayis-bolum-5-ask-ve-politika/

Badiou, bu son bölümde, bütün bir sanat külliyatının temel motivasyon kaynağı olan aşk ve sanat ilişkisini kendi gözünden değerlendirmiş ve bulunduğu ideolojik zeminden bir perspektifle sanat ve aşkın bireyle olan ilişkisine yine toplumsal bir yandan bakmayı tercih etmiş diyebiliriz.

Badiou’ya göre politikada olaylar her şeyden önce tarihi bir bağlamda ele alınır ve aslında biraz ruhumuza işleyecek duygulardan uzak ve güdük kalır. Yalnızca sanat, gerçekleşmiş olaylara hak ettikleri gücü ve değeri verebilir. Örneğin, büyük bir resmin kendisi, yalnızca bünyesinde olan çizimlerden ibaret değildir. Onu inceleyen kişiye, resimde görülenin ötesinde şeyler düşündürür ya da hissettirir; bunu da resmin kendi özgün araçlarıyla yapar ve yalnızca görünenle sınırlı kalmaz. Hissettirdikleri, görünen dünyaya açılmış bir deliktir. Aşk da aynı şekilde varoluşa böyle bir delik açar ve görünenin arkasındakine kendi izini işler.

Valentine's Day In Paris By francescosgura
Valentine’s Day In Paris By francescosgura

Aşk hiçbir yasaya indirgenemez. Delicesine bir aşkı da yukarıdakine benzer bir şekilde tanımlamak, o görünenin arkasındakine bakarak keşfetmek mümkündür. Sürrealistler, çokça aşkın bu yasaya indirgenemez çılgın yönünü ortaya koyarlar; hatta yaygın bir özdeyişin de dediği gibi “âşıklar dünyada yalnızdırlar” ve dünyayı deneyimledikleri farklılığın temsilcisidirler. Sürrealistler, aşk ve cinselliğe bir prensip olarak ve varoluştaki devrimin özü olarak bakmış; aşkın ve karşılaşmanın şiirsel yönüne vurgu yapmışlardır ama “uzun sürmesiyle” neredeyse hiç ilgilenmemişlerdir. Yunan felsefesinde olduğu gibi bazı filozoflar ebediyetin “o an”da olmak ile ilgili olduğunu söylese de Badiou, bu “süre” ve “ebediyet” kavramlarına daha az mucizevi, ancak daha meşakkatli bir öneriyle; İKİ’nin her şeyi değerlendirdiği bir deneyim önerisiyle geliyor. Yalnızca karşılaşmanın mucizesine odaklanmak yerine aşka verilen emeğe odaklanmak gerekir diyor ve verilen emeğe içkin bir mutluluğun da bu noktada emeğin beraberinde geleceğinin altını çiziyor.

Güzel bir tespit yapıyor: her mutlu sonla biten filmde – yani bu genelde evlilikle ya da ebediyet düşüncesinin başlangıcı bir uzun ilişki olarak tanımlanabilir – literatürün, genel olarak, aşkın derinlemesine cereyan eden fenomenlerinin incelenmesini yapmadığı, daha çok entrikalı bölümleriyle ilgilendiğini belirtiyor. Fransız yazar Marivaux’nun “Aşkın Zaferi” adlı eserine değinerek bunu örneklendiriyor. Gençlerin önlerine çıkan engelleri nasıl aştıklarından ve nihai hedef olan evliliğe ulaşarak nasıl bir zafer kazandıklarından bahsetse de kimse “pozitif bir zaman” ve aşkta ısrar etme kavramıyla ilgilenmiyor.

Nicolas Truong’un Samuel Beckett’ten bahsetmesiyle Badiou onun bir piyesine değinmeden de edemiyor. Beckett’in umutsuzluğun yazarı olduğunu, hatta “Ah o Güzel Günler” oyununda yaşlı bir çiftin bitmiş tükenmiş bedenleri ve geçimsizlikleri üzerine bir kurgu yarattığının altını çiziyor. Ancak yine de piyesini en son aşamada aşkın direngenliğiyle bitiriyor olması dolayısıyla, yani yine de süre ve ısrar kavramlarının pozitif değerlendirmesinde bulunduğu için Beckett’i başka bir yere koyuyor diyebiliriz.

Tiyatro ve aşk ilişkisinden de bahseden filozof dostumuz, kendi subjektif deneyiminden yola çıkarak tiyatro aşkını da ortaya koyuyor ve aşk ile tiyatro arasındaki benzerlikleri beden ve düşünce arasındaki zaman farkından yola çıkarak açıklamaya çalışıyor. Tiyatroda önce düşüncenin geldiğini, ama bedenin bu düşünceye uyum sağlama süreçlerinin çok daha uzun olduğunu söylüyor. Düşüncenin anlık bir şey olduğunu, ancak ona uyum sağlaması gereken bedenin o uyuma gelebilmek için çok daha fazla çalışması gerektiğini ve ancak bu uğraş sonucunda ortaya çok güzel bir şey çıkabileceğini, beden dilinin zihne ayak uydurabileceğini ifade ediyor. Aşkta da benzer bir paralellik kurarak aslında çok ilgi çekici bir benzetme yapmayı başarıyor. Arzunun harekete geçiren anlık bir olgu ve aşkın da bu arzunun zamana dayalı tekrarlardan oluşan bir bütünü olduğunu dile getiriyor. “Seni seviyorum” cümlesi, sadece sözlü bir eylem olmakla kalmayıp her seferinde tekrarlanırken bedenin bütünüyle söylenen, gözlerin, mimiklerin ve jestlerin de dahil olduğu başka bir forma dönüşüyor.

“Aşk bir düşüncedir”

Ünlü Portekizli şair Fernando Pessoa’nın bu cümlesini birkaç defa burada gündeme getiriyor ve kendisine hak veriyor. Aşkta var olan düşünce ile beden arasındaki ilişkinin eşsiz olduğunu dile getiriyor, tiyatronun da adeta bunun bir yansıması gibi olduğunu yineliyor. Tiyatronun konusu aşk olmadığında politika olsa da, genellikle aşktan bahsetmesini, rastlantısal aşkın aile kontratlarına isyan eden yanı olmasa tiyatronun çok güdük kalacağını ekliyor. Bu paralellikten yola çıkarak da tiyatro aşkının “aşka duyulan aşk” ile benzer olduğu sonucuna varıyor.

Sonuç bölümünde Badiou, politikanın aşkla olan ilişkisine yeniden dönerek, sol kültürün toparlanmasının yollarından birinin de aşkın yeniden inşası olduğunu öne sürüyor. Günümüzdeki yozlaşmaya karşı direnebilmek için yeni bir aşk anlayışının gerekliliğine vurgu yapıyor. Belirli politik figürlere değinerek, aşkın özünde kamusal bir olgu olduğunu ve insanların aşkı deneyimlerken kamusal figürlerde kendilerinden izler bulmayı, onlarla olan ortak noktaları üzerine konuşmayı sevdiklerini de ekliyor.

Bütün bu yazıda aşkın tarihsel ve felsefi olgularını araştıran Badiou’nun, günümüz dünyasındaki aşk kavramını eleştirel şekilde ele aldığını söyleyebiliriz. Yazıda çokça düşünürden, sanatçıdan, politikacıdan örnekler vererek kendisine sıra geldiğinde, özellikle “aşkın inşası” ve iki kişinin birbirini uzun süreçler içerisinde yeniden ve tekrar tekrar yaratması gerektiği sonucuna varıyor diyebiliriz.

Bu özetin en azından düşünmeye teşvik eden yanları olduğunu umuyor ve bitirirken son sözü Alain Badiou’nun kendisine bırakmak istiyorum:

“Politika ve aşk arasındaki muğlak ilişkiyi, bir tür gözenekli ayrımı ya da yasak geçidi anlatmak için tiyatronun kaynaklarından daha azını gerektirmeyen daha iyi bir yol yoktur. Komedi mi? Trajedi mi? Her ikisi de. Sevmek, tüm yalnızlığın ötesinde, dünyada varoluşu canlandırabilecek her şeyle boğuşmaktır. Bu dünyada, bir başkasıyla birlikte olmanın bana verdiği mutluluğun kaynağını doğrudan görüyorum. ‘Seni seviyorum’ şu hale gelir: dünyada benim varlığım için senin olduğun kaynak vardır. Bu kaynağın suyunda neşemizi görüyorum, önce senin neşeni. Görüyorum, Mallarmé’nin şiirindeki gibi:

Dalgada sen oldun
Senin çıplak sevincin.”

Nail ARAS
Paris, 10/11/2024

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu