ANIYaşam

Paris’te Doktora Yaparken Ölmek : Bir Cüneyt Sadi Melek Hikayesi

Paris’te doktora yaparken ölmek… Öncelikle belirteyim ki, hiç kimseye tavsiye etmediğim bir eylem. Buraya doktora ya da yüksek lisans yapmaya gelmişseniz mümkünse hayatta kalın. Gerçi buraya herhangi bir sebeple geldiyseniz de hayatta kalmaya çalışmanız tavsiyemdir. Bir arkadaşım, Cüneyt Sadi Melek, bu durumu başaramayıp bir sürü projenin ortasında bizi yalnız bıraktı. Biraz kızgınım desem yeridir.

Cüneyt Sadi Melek, nam-ı diğer Cücü, bunu başaramayan akıllılardan. Akıllılardan diyorum, ama yanlış anlamayın, yarı deli bir akıllıydı kendisi. Zahit Bizi Tan Eyleme türküsünün (kimine göre ilahi) en sevdiğimiz «Gören bizi sanır deli, usludan yeğdir delimiz» dizesini söylerken, ”Anarşistim ben abi, her türlü otoriteye karşıyım, bir nevi deliyim.” derdi, övünürdü bu durumuyla.

Cüneyt Sadi Melek, Sorbonne’da Hasan Sabbah ve aşireti üzerine yazdığı yüksek lisans tezinden sonra EPHE’de doktora tezine başladı. Yine doğu felsefesi konusunda, biraz da İran’dan Ortadoğu’nun Arap yarım adasına kayarak, Mistisizm ile Marksizmi karıştıran bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ankara Siyasal’dan sonra Paris’e devletin eğitim programıyla gelmiş, Fransızca’yı üniversiteden sonra öğrenmişti; buradaki eğitiminden sonra da Bartın’a öğretim görevlisi olarak geri dönecekti. Kadrosu hazırdı. « Oğlum Paris’te kalırsın artık, gitme » diyordum, kendisi ise, ”Anadolu’daki çocuklara faydalı olma düşüncesiyle dönme planından geri adım atmıyordu. Bir Léa faktörü vardı gerçi… Onu burada tutabilecek tek güç ama bu kısma şimdi girmeyelim.

Cüneyt ile Tanışma

Kendisiyle yollarımız 2013 yılının Haziran ayında Musée du Louvre’un bahçesi olan Jardin de Tuileries’te kesişti. Yanlış anlamayın, Mona Lisa’yı görmeye gitmiş iki kişinin bir karşılaşması değildi.  Gezi’nin en hararetli zamanlarında, kimsenin ne yapacağını bilemediği ama yerinde de duramadağı günlerde, bir iki arkadaşla birlikte yaptığımız bir çağrıya 100’den fazla kişi katılmıştı. Biz kendi çağrımızdan korkmuştuk, altında kalmak işten değildi. Cücü de oradaydı. Orijinal fikirleri vardı ama kimse hiçbir şeyi somutlayamıyordu. O gün toplananlarla, bu topluluğun adının ”Collectif de Taksim” olmasına karar verdik ve o günden sonra her dakikamız Türkiye’de olup bitenleri Fransa’da gündemleştirmeye çalışmakla geçti. İşte bu üretimin ortasında Cücü ile güzel bir dostluğumuz başladı.

Demleme Çay Gerek Bana

Gel zaman git zaman, park işgali bitti, sokak eylemleri azaldı, yerel seçimler bekleneni vermedi vs derken Türkiye, Gezi’ye kıyasla yavaş yavaş dinamizmini kaybetmeye başlamıştı. Buradaki dertleri de Türkiyeliler olarak sahiplenmek adına, bir dernek hayali kurmaya başladık.  O sıralarda Paris’te 30 küsur yıldır hizmet veren Özgül Kitabevi’nin sahibi de hayatını kaybetmişti. Artık Paris’te Türkçe kitaplar bulmak iyice zorlaşmıştı. Hem bir kütüphane kurmak, hem Türkiye ile bağları dinç tutmak, hem de demleme çay içebilmek için (gerçek sebep budur) Paris’te bir yer açmaya karar verdik. 15 rue de l’échiquier adresinde bulunan börekçi Kemal Abi’de otururken bu hayalleri somutladık.(Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın).

Derneğimizi kurduk, Cüneyt’i de başkan seçtik. Yani bir enayi oydu gereksiz resmi işlerle uğraşacak, başkan da o oldu desek daha doğru. Yanlış hatırlamıyorsam Haziran 2015 ortası gibi kağıdı gönderdik valiliğe. 5-6 gün sonra da Cüneyt’in ototstopla durdurduğu arabanın kaza yapması sonucu 26 yaşında, 21 Haziran 2015 yılında hayata veda ettiği haberini aldık. Paris’te bir Türkiyeli derneğin kurulduğuna, başkanının da Cüneyt olduğuna dair kağıt da hemen ertesinde geldi.

Tabii ki üzücü bir son ama kendisiyle hayalini kurduğumuz neredeyse her şeyi gerçekleştirmiş olduk desem yeridir. Belleville mahallesinde güzel bir sokakta, güzel bir lokal kurduk. Paris’teki tüm Türkiyelilere haber saldık, ”Arkadaşlar!” dedik, ”Elinizde avucunuzda ne kitap varsa getirin, kütüphanemizi kuruyoruz, Paris’i Türkçe kitaptan mahrum bırakmıyoruz.” İnsanlar, yanılmıyorsam, 2 gün içerisinde 800’u aşkın kitap getirdiler. Aralarında Can Dündar’ın da kitabı vardı, Soner Yalçın’ın da… Onları toparladık, Özgül Kitabevi’nin yerini boş bırakmadık. Kütüphanenin adına da Cüneyt Sadi Melek Karagöz Kütüphanesi dedik, en üstüne de onun fotoğrafını koyduk.

Neden Karagöz?


Cüneyt, tarihi çok severdi. Ezel Akay’ın da yazarlarından biri olduğu Yargü kitabı favori romanlarından biriydi. Karagöz Hacivat Neden Öldürüldü filmi de en sevdiği filmlerden… Karagöz bize göre, aklı, emekçiliği ve pratik zekayı temsil ediyordu. Hacivat ise burjuva kültürünü, altı boş entellektüelliği ve insanlara, halka üstten bakan elitizmi temsil ediyordu. O yüzden burjuvalara karşı halk, Hacivat’a karşı Karagöz demekti. Aldı kağıdı, başladı çizmeye. Gezi’nin sokak eylemliliklerinde önemli gündem olan sapanı da eline tutuşturuverdi. Güzel de çizdi hani.

Hikaye uzar gider. Ee kolay değil bir insan ömrü. Genç de olsa bu bir ömür, ne tartışmalar, ne kırgınlıklar ne aşklar yaşanıyor bu yaşa kadar. Ne fikirler değişiyor. Ülkücü olarak başladığı hayata anarşist mi desem komünist mi desem tam bilemediğim şekilde veda edebiliyor insan.

Kendisiyle konuşmalarımızın arasından bir anekdotla yazıyı noktalayalım. İkimiz sokakta yürürken, daha yapacaklarımız hayal hâlinde bile değilken « yüksek lisans ya da doktora yapmak ne işe yarar » diye gevezelik ediyorduk. Paris’e, Fransa’ya gelen binlerce, on binlerce yabancı öğrenci var. Bunların yazdıkları, tezleri, düşündükleri, ufacık bir çevreye hapsolup kalıyor. Hatta kimisini hiç okumuyorlar bile. Tez hocalarının bile tümünü okuduğu şüpheli. Cüneyt de bundan rahatsız, buralara boşuna gelmediğini ispatlamak istercesine, ”Başka bir şey yapmamız lazım abi.” diyordu. Başka bir şey tam olarak neydi bilmiyorum. Bildiğimiz kadarını yapmaya çalıştık, becerebildiğimizi de yaptık. Yaşadığımız deneyimlerden çıkardığım sonuç, üniversiteye bile gelmiş olsanız, Fransa’da şehrin insanlarıyla buluşmadan ülkenize geri dönmeyin. Üretiminizi yanlızca A4 sayfalara değil sokaklara da nakşedin ve sizi var edebilecek dostlar edinin.

NAİL ARAS

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu