“Cenaze İçin Bir Kaç Kilo Hurma”
Kıyıda köşede kalmış; keşfedilmeyi, izlenmekten öte hissedilmeyi bekleyen, itirazı olan, kar gibi soğuk öte yandan görsel olarak bir o kadar sıcak, adından da anlayabileceğimiz gibi tatlı bir film:Cenaze İçin Bir Kaç Kilo Hurma, 2006 yapımı “Chand Kilo Khorma Baraye Marassem-e Tadfin”…
Film İran’ın ıssız, unutulmuş ve artık pek de kullanılmayan bir yolunda benzin satan daha doğrusu satmaya çalışan iki kişiyle başlıyor. Birisi eski dövüşçü Ağa Sadri diğeri ise yardımcısı rolünde Yadi. Yadi’nin aşk mektuplarını kayıp sevgilisine götürmek de postacı Abbas’a düşüyor. Abbas’ın engelli kardeşini ve yaşlı babasını zaman zaman görüyoruz. Bir de ölü gömücü rolünde Oruç var.
Filmin sürprizi ise son dönemde Türkiye’de de oldukça dinlenen Mohsen Namjoo’yu bu sefer bir aktör olarak içinde barındırıyor olması. Sesi ve müziği kadar olmasa da genç Mohsen’in oyunculuğu da iyiymiş. Filmde postacı Abbas rolünü oynuyor. Bir babası ve engelli kardeşiyle beraber bir evde yaşamaktadır.
Şahsına münhasır karakterlere sahip filmde yan karakterler üzerinden işlenen detaylar ve diyaloglar ise filmi zenginleştiriyor. Kısacası İran sinemasının duygusal ve naif sıcaklığını bu filmde de bulmak mümkün.
Örneğin, son derece sevecen olan baba ile Abbas arasında şu trajikomik sahne yaşanır: Baba artık kimse almasa da, el yapımı geleneğini korumak istercesine, büyük bir özenle döşeklerini yapmaya devam eder. Bir yandan da Abbas’la konuşur:
-Abbas:”Artık oğlanı alamam!”(Kardeşini kastetmektedir.)
-Baba:”Ne yapayım? Allah onu böyle yaratmış, benim suçum değil ki.”
Abbas kendi kendine söylenir gülerek:”Allah yaratmışmış. Hadi oradan! Ellisini aştıktan sonra annemizi hamile bırakmak istemeseydin, bunu söylemeyecektin. Kardeşim bir geri zekâlı ben de bir zavallıyım.”
Zavallılık… Aslında Sadri, Yadi ve Abbas karakterlerinin haykırışlarından, kendi kendilerine seslenmelerinden ve hayat karşısındaki çaresizliklerinden anlarız bu zavallılık duygusunu. Toplum karşısındaki ezilmişlik olabilir, belki hiç sevilmemiş olmaktan kaynaklanabilir. Kimsenin ilgisinde olmama, tanrının bile… Belki de insan olmanın verdiği bir zavallılıktır bu.
Dücane Cündioğlu’nun deyişiyle:”İnsan zavallı(düşkün) bir varlıktır çünkü öncelikle bu dünyaya düşmüştür ve düşüşü bu dünyada da hâlen devam etmektedir.”
Ama en temelde yalnızlığın verdiği bir zavallılıktır bu. Öyle yalnız ve itip kakılmış hissetmektedir ki Yadi, Abbas’ın kendisini suçlamasından ve itip kakmasından sonra şöyle haykırır kulaklarımıza:
“İşlerini yoluna koy ve yeni bir hayata başlayalım. Niçin bana vuruyorsun? Ben hayattaki en zayıf adamım. Herkes buraya baksın. Buraya gelip hıncınızı benden çıkarabilirsiniz. Bedava! Tanrıım! Anaam! Anaam!”
En yalnız hissedilen anlarda neden herkes bir şefkate ihtiyaç duyar? Tanrının şefkatine ya da şefkatte tanrıya en yakın olanın, annenin?
Yadi bu zayıflığını, mutsuzluğunu gidermek, sıkıntılarını unutmak ve her zaman kefeye bir umut koyabilmek için sevgilisine sürekli aşk dolu mektuplarını yazar. Yalnızlığını sevgi ile kapatmaya çalışır. Kendisine cevap gelmese de umutla, ısrarla yazmayı sürdürür. Hayata tutunabilmek için tek yoldur belki de onun için. Yalnızlığı boyunca hayal kurmaya çalışmak, yaşama tutunmak için kestirme ve güçlü bir yoldur ona göre.
Ve Yadi’nin bir çabası vardır. Her şeye rağmen olaylara olumlu bakmaya çalışan, kimilerine göre çaresizlik olan ama umutlu ve mutlu kalmayı sürdürme amacında olan bir çaba. Bence bu durum hayata gülümseyerek bakmaktır. Biraz alaycı, biraz da felsefi… Filmden bir sahnede Yadi’nin bu bakışını görebiliriz.
Anten bozulmuş ve Yadi yapamamıştır ve ardından şöyle der:”Zaten televizyonda bir şey yok.”
Ardından hava tahminlerini öğrenmek için radyoyu yapmayı denemiş ama onuda yapamamıştır ve yine ardından şöyle der:”Hava raporları hep yanlış olur zaten.”
Mide kanseri sonrası midesinin bir kısmı alınmak zorunda olan Yılmaz Güney’in söylediği de aynı minvalde:“Bundan sonra daha ucuza yaşayacağız.”
John Steinbeck’in “Bir Savaş Vardı” adlı kitabında da yaşanmış bir hikâye şöyle anlatılır.”Sicilya’da Gela savaşı başarıyla sonuçlandıktan sonra, Bugs gidip yıkıntıların arasında dolaşmaya başladı. Taşların arasında bir ayna çarptı gözüne. Bombardımanlara, top ateşlerine, yangınlara dayanmış bir ayna. Savaş, Bugs’ı Sicilya’da herkesten çok yordu çünkü zavallı askercik yol boyunca aynayı sırtında taşıdı. Top ateşleri başlayınca aynayı yüzükoyun çevirip yere bırakıyor, üstünü toprakla örtüyordu.”
Bu zorlu süreç detaya inilerek anlatılır. Velhasıl Bugs aynayı Sicilya’da kalacakları eve taşımış ve duvara çivi ile çakıp aynayı asmıştır ama geri çekilip kendisine şöyle bir bakmak isteyince olan olur: Çivi yerinden çıkar ve ayna düşerek kırılır. Devamını kitaptan okuyalım:
“Bugs’ın yüreğini bir hüzün sardı. Zavallı askercik durdu, düşündü, sonunda bir felsefeyle işin içinden sıyrılmaya karar verdi. ‘Zaten bizim evin duvarına yakışmazdı bu ayna.’ dedi.”
Gelelim filmimizde ki Sadri’ye.
Eski dövüşçü olmasından dolayı kendisine, daha doğrusu pazılarına güveni tamdır ama bu güç sadece Yadi’ye karşıdır. ”Madem güçlüsün, o halde git o korkaklara göster. Bırak gelip işlerini devralsınlar ki, biz de gidebilelim.” Benzin istasyonunun sahiplerini kastetmiştir Yadi ama Sadri gidemez. Çaresiz bir şekilde para getirmeyen bu işi sürdürür ve bir gözü kör kaldığı için zavallı, sevebilecek kimsesi olmadığı için yalnız hisseder kendini. Boşlukta sevgi arayışıdır Sadri’ninki de. Arabayla kaza geçirmiş bir kadına aşık olur, ölü bir kadına. Daha öncesinde yüzünü hiç görmediği, sesine aşık olduğu kadına olduğu gibi, tamamen beklentisiz. O da Yadi gibi içindeki sevgiyi, aşkı bir şekilde bir aracı sayesinde açığa çıkarmak istiyor. Ölü bir insana aşık olmak mümkün müdür? Bunu Sadri’den başka kimse bilemez.
Öyle bir aşktır ki Sadri’ninki, çok sevdiği güneşi artık sevmemektedir sevgilisinin cesedini daha çabuk erittiği için. ”Endişelenme.” der sevgilisine bakarak.
“Gerekirse çölün sonuna kadar gidip sana kar bulacağım.”
Daha uzun süre canlı kalabilsin diye yollar aşarak taze kar getirir ve serpiştirir arabanın yanına ama yorgunluğa, zayıflığa artık dayanamaz ve tanrıya karşı en derinlerinden gelen itirazını yükseltir:
“Kollarım ve kaslarım benim geçim kaynağımdı. Kollarımı mahvettin, beni yere serdin. Bir gözümü kör ettiğin zaman, senin olanı alıyorsun dedim ama artık dayanamıyorum. Senden çok mu şey istiyorum? Sadece birkaç kar tanesi, hepsi bu. Ver ki bana verdiğin şeyi koruyabileyim.“
Ver ki bana verdiğin şeyi koruyabileyim… Ölü ama aşık olunabilecek kadını tanrının bir lütfu sayan yalnız bir adamın haykırışı bu şekildedir.
Tutunulacak dalın nereden geldiği belli olmaz…
Ölü bulduğu aşkının cesedini, ruhu daha fazla acı çekmemesi için ölü gömücüye teslim eder ve veda eder sevgiliye.
Evet, kar yağmamıştır ama karın olmadığı bir gün sevgilinin yüzüğü ve kolyesi Abbas’ın aracılığıyla geri bulur Sadri’yi ve şimdi artık olmamasından yakındığı sevgiliye ait hatıraları olmuştur. Öte yandan baba, oğul, dede bir saç kesme sahnesi vardır ki anlatmaya gerek yoktur. İnsanı anlamsız bir şekilde hislendirir, gülümsetir, gülümsetir ve iyi ki izlemişim bu filmi dedirtir.
Her ne kadar yönetmen oyuncuların yüzlerine yakınlaşmayı tercih etmese de oyunculardan geçen duygu ve his yoğunluğu mimiklere çok bağlanmadan yansıtılmış oluyor. Filmin siyah beyaz tercih edilmesi ise acaba bu tarz ilişkiler, aşklar, duygular eskide mi kaldı diye düşündürtüyor.
Sanki başka alemlerden gelen bu zamanın filmi olmayan bir film. Aslında zamansız bir film. Tam olarak özgün.
Mert DEDECAN