Türk Siyasetinde Merkez-Çevre İlişkisi
Merkez ve çevre arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik döneminde simgesel düzeyde bazı ayrışmalar söz konusudur fakat bu ayrışmalar, derin toplumsal problemlere yol açmamıştır. Çünkü merkez ile çevre, merkezi değerler sistemi üzerinde hemfikirdir. Ancak bu durum, özellikle modernleşme çabalarının başladığı 18. yüzyıldan itibaren yara almaya başlamış ve zaman içinde sorunlar baş göstermiştir. Merkezi değerler sistemi tahribata uğramış ve bu durum merkezi kurumlar sistemi içinde de farklılaşmalara yol açmıştır.
Merkez ile çevre arasında başlayan ayrışma, Cumhuriyet’in ilanının ardından daha farklı bir hal almıştır. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte mevcut olan değerler sistemi yerine yeni bir merkezi değerler sistemi ikame edilmeye çalışılmış, bunun sonucu olarak da bu değerler sistemini benimsemeyen toplum kesimleri, çevrenin unsurları halini almıştır.
1961 Anayasası’nın kurmuş olduğu anayasal düzen, merkez ve çevre açısından oldukça önemli bir aşamayı ifade eder. Her şeyden önce bu anayasa ile kurulan düzen, 1924 Anayasası’nın kurmuş olduğu düzenden oldukça farklıdır. Yeni anayasa ile birlikte birçok yeni düzenleme yapılmış, bunların önemli bir bölümü, o güne kadar Türk anayasal sisteminde yer almayan düzenlemeler olmuştur. Bunlar, merkez ve çevre ilişkilerinin geleceği açısından oldukça hayati rol oynamıştır.
DP, yalnızca programı ile değil, geldiği sosyo-ekonomik taban itibariyle de merkezin sahip olduğu değerler dünyasından farklı bir dünyayı temsil ediyordu. Çevresel değerleri temsil iddiasıyla iktidara gelen ve iktidarının ilk yıllarında bunu kısmen gerçekleştirebilen ancak sonraki yıllarda bu misyonundan uzaklaşan DP’ye karşı toplumda önemli bir tepki oluştu. Muhalefet ise, bu dönemde merkezin aktörleriyle yakınlaşmıştı. Başta üniversiteler olmak üzere asker-sivil bürokrasi, aydınlar ve basın DP iktidarına karşı cephe almışlardı. Nitekim bu kutuplaşma gerginliklerin ve çatışmaların kaynağını oluşturdu.
27 Mayıs 1960 Darbesi, merkez ile çevre arasındaki ayrışmanın keskinleştiği noktada, siyasal kültürümüzün önemli özelliklerinden olan “muhalefete karşı güvensizlik”, “vizyon sahibi olamama”, “sürekli tehdit algılaması” ve “halka karşı güvensizliğin” beslediği bir hesaplaşma olmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950’ye kadar iktidarda bulunan merkez, ilk kez silahsız bir müdahaleyle, 1950 seçimleriyle, on yıl süreyle iktidardan uzaklaşıyor ancak silahlı bir müdahaleyle iktidarını geri alıyordu. DP döneminde ordudan yapılan tasfiyeler, ekonomik alanda meydana gelen gelişmelere bağlı olarak ordu mensuplarının toplumsal saygınlıklarında ortaya çıkan gerileme ve laiklik uygulamaları gibi nedenler, ordunun DP iktidarına karşı olan duruşunu belirlemiştir.
Merkezin, ikinci önemli gücünü bürokrasi oluşturmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu, merkezi bürokratik bir imparatorluktu. Onun mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti de asker-sivil bürokratların kurdukları bir devlettir. Dolayısıyla merkezi değerler sisteminin oluşmasında bürokrasinin rolü yadsınamaz. Özellikle 19. yüzyıl Osmanlı modernleşmesi ile birlikte merkezin temel aktörü haline gelen bürokratlar, bu etkinliklerini Cumhuriyet Dönemi’nde de sürdürmüştür. DP’nin iktidara gelmesiyle beraber, bürokrasinin gücü kırılmıştı. Ancak kendisini devletin manivelası olarak gören bürokratik zihniyet, DP’ye karşı merkezin koalisyonu içinde yer aldı.
Merkezin diğer önemli bir gücü de aydınlar ve basın olmuştur. Başlangıçta, DP’nin verdiği sözlere bağlı olarak onun yanında yer alan aydınlar ve basın, DP’nin kendileri için gerekli adımları atmadığını görünce merkeze geri dönmüştür. DP, merkezin bu koalisyonuna karşılık, halkın iradesine dayanırken; bu üç aktör yanlarına CHP’yi de almak suretiyle seçimle gelen bir iktidarı, seçim dışı bir yöntem ile yani silah zoru kullanarak iktidardan uzaklaştırmıştır.
Darbeyi yapan kadroların en belirgin düşüncesi, 1924 Anayasası’nın ülke yönetimi için çeşitli sakıncaları bünyesinde barındırdığıydı. Anayasa, temel hak ve özgürlükleri tanımış ve bunları düzenleme yetkisini hükümete bırakmıştır. Ancak bu düzenleme yetkisinin sınırı belirtilmiyordu[1]. Nitekim gerek tek parti döneminde, gerekse DP’nin iktidarda olduğu dönemde hak ve özgürlükler, kanunlar çıkarılarak kolayca sınırlanmıştı. Ayrıca 27 Mayıs ihtilalini yapan darbeci grup yönetime el koyduğu gün yaptığı açıklamada, kısa süre sonra demokratik seçimlerin yapılacağını ve yönetimden çekileceğini söylemiştir. Fakat yeni yapılan reformlarda aksine temelli kalmayı düşünür gibi reformlar yapılmıştır[2]. Darbecilerin kalıcı olarak yönetime devam etmesi gerektiği de iyiden iyiye yayılmasının ardından halk buna artık tepki göstermeye başlamıştı. (Karpat,2011)
Tüm bu gerekçelerden hareketle, 1924 Anayasası’na tepki niteliğiyle 1961 Anayasası oluşturuldu. Bu anayasayı oluşturan kurucu meclisin yapısı da merkez-çevre ayrışmasına ilişkin olarak önemli ipuçları vermektedir. Bir kurucu meclisin demokratik niteliğe sahip olabilmesi için, birçok partinin örgütlenerek katıldığı, halk tarafından genel, gizli, eşit, tek dereceli, açık sayım esaslarına göre ve yargı denetimi ve gözetimi altında yapılacak olan bir seçimle oluşturulması gerekir. Oysa 1961 Anayasası’nı yapan kurucu meclis bu niteliği taşımaktan oldukça uzaktır. Bu anayasayı hazırlayan mecliste, toplumun önemli bir bölümünü temsil eden DP’den herhangi bir üye yer almazken, meclisin büyük bölümünü CHP taraftarları oluşturmuştur.
1961 Anayasası, 9 Temmuz 1961 tarihinde halkoyuna sunulmuş ve katılanların yüzde 61.5’inin oyu ile kabul edilmiştir. Bu anayasa ile merkez ve çevre arasındaki ilişki o güne kadar olandan çok daha farklı bir boyuta geçmiştir. 1950–1960 döneminde, çevrenin değerlerinin temsil edilmesi ve bu bağlamda ortaya çıkan gelişmeler, merkezin gerek değerler, gerekse kurumsal anlamda yeniden düzenlenmesini sağlamıştır. Bu çerçevede ilk kez 1961 Anayasası ile siyasal ve hukuksal düzenimize giren kurumlar ve değerler, merkez ile çevre arasındaki ilişkilerin günümüze gelen süreçteki boyutunu belirlemiştir. Özellikle “egemenlik anlayışında meydana gelen değişmeler”, “çift meclis sisteminin getirilmesi”, “Anayasa Mahkemesi’nin kurulması”, “Milli Güvenlik Kurulu’nun oluşturulması”, “Devlet Planlama Teşkilatı’nın meydana getirilmesi” bu sürecin temel belirleyicileri olmuştur.
Bu dönemde, siyasi iktidarsızlığın sonucu olarak bir takım sorunlar ortaya çıkmıştır ki bunlardan biri de ekonomideki bozulmadır. Ticari faaliyetlerin büyük oranda azalması halkı tedirgin etmeye başlamıştır. Askeri yönetimin, halk tarafından tepki oklarını üzerine çekmesi günden düne artarak devam ederken taşrada da köylü halk yapılan bu uygulamalar sonucunda sessiz kalarak tepkisini göstermiştir. Bu esnada bazı yerlerde, askeri yönetime karşı örgütlenmiş bir takım gizli örgütler ortaya çıkmıştır.
27 Mayıs darbesinin toplum üzerindeki etkisine farklı bir açıdan bakacak olursak o yıllarda yapılan uygulamalar halk tarafından aşırı bir tepki ile karşılanmasa da daha sonra yapılacak olan seçimlerde ortaya çıkan durum halkın sessiz tepkisi olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca 12 Mart darbesi, 27 Mayıs darbecilerinin yaptıkları yasalar ışığında yapılacağı için, asker için direkt fakat toplum üzerinde dolaylı yoldan etkili olmuştur[3].
Çeşitli yönleriyle ele aldığımız darbe toplumunun da gösterdiği gibi, darbe ortamı iyi niyetli olsa da olmasa da toplumda bir kargaşa ortamı oluşturmuştur. İstikrarın olmaması ülke ekonomisini geride bırakmıştır. Yönetime gelenin orayı taht olarak kullanmak istemesi anlayışı, demokrasiye aykırı olmasına karşın uygulamaya geçirilmek istenmesi,demokrasi açısından bir geri adım olarak nitelendirilebilir. Ayrıca sivil halkı, sivil idarecilerin yönetmesi makul ve mantıklı iken silahlı güçlerin yönetimde olması halkı sindireceği, korkutacağı için toplumun yönetimde söz sahibi olmasını da engelleyecektir. Buda halkın halk tarafından halk için yönetilmesi ilkesine aykırı bir davranış olacaktır. Böylece toplumun İhtiyaçlarına da karşılık verilemeyecektir. Bu durum ülkede ilerlemeden ziyade gerilemeye hatta yok olmaya kadar giden büyük sıkıntılar verir.
Aybüke UYGUR
[1] Doğru, Osman (1998), 27 Mayıs Rejimi, s.36, Ankara: İmge.[2][3] Mazıcı Nurşen, Türkiye’de Askeri Darbeler ve Sivil Rejime Etkileri, Gür Yayınları, İstanbul