DünyadanDünyadan Politika-Tarih

İnsan Hakları Kısa Tarihçesi

İnsan haklarının evrensel bir değer haline gelmesi birdenbire olmuş bir şey değil, uzun süren çabalar neticesinde gerçekleşmiştir. Yakın tarihte bu mücadelenin en net örneği olarak Amerika Kıta’sının kolonizasyonu gösterilebilir. Kıtada yerlilere yapılan zulümler ve Avrupalılar’ın taşıdığı mikroplarla salgın hastalıkların yol açtığı ölümler ciddi bir insanlık dramına sebep olmuş, din adamlarının bu durumun moral altyapısını sorgulamasıyla sonuçlanmıştır. Din adamları, öldürmek veya köleleştirmek yerine insanca davranışlarda bulunarak,  Hıristiyanlığa davetin daha erdemli olacağı düşünmekteydi. Bu düşünce, modern tarihteki insan haklarının tohumunu atmıştır.  İnsan haklarının, bireyin sadece insan olduğu için sahip olduğu haklardır. Bu düşünce, doğal olarak Amerika’nın kolonizasyonuyla başlamamıştır; ancak din adamlarının çalışmalarının yaptığı etkiyi yadsımak da mümkün değildir.  Güney Amerika ülkelerindeki diktatör rejimler ve dengesiz sistemler düşünüldüğünde, insan hakları ihlalleri düşünüldüğünden daha derin izler bırakmıştır.

Amerika Kıtası’ndan devam ettiğimizde, özellikle İngiliz istilasında olan Kuzey Amerika’da işlerin daha farklı işlediğini görürüz. Öncelikle güneydekinin aksine, Kuzey Amerika’ya gelenler zengin olup geri dönmek amacıyla değil; yerleşmek amacıyla gelmişlerdir, yani ailelerini de beraberlerinde getirmişlerdir. Genel olarak baskıdan kurtulmak için gelen insanlardan oluşan kolonilerde ana fikir “özgürlük” olduğundan daha liberal temellere dayandığı söylenebilir. Ancak bu “özgürlükçü” düzenin bedelini Kuzey Amerika’nın yerlileri olan Kızılderililer ödemiştir. Soykırım kavramı henüz tanımlanmamışken, 2,5 Milyon kadar Kızılderili’nin soykırıma uğradığı tahmin edilmektedir. Kuzey Amerika’nın bir diğer farkı da vermiş oldukları bağımsızlık savaşı ve bunun sonucunda ortaya çıkan Thomas Jefferson’ın hazırladığı Bağımsızlık Bildirisi’dir. Bu bildiri, “doğal hukukçu” bir anlayışın ürünüdür ve insanların doğuştan gelen hakları olduğunu söylemektedir. Devletler bu hakları korumak amacıyla kurulurlar ve idare edenler, idare edilenin onayını almak durumundadır. İnsan haklarını korumak amacıyla kurulan hükümet politikalarında yanlış bir şeyler gören halkın, hükümeti değiştirmek hem hakkı hem de görevidir.

Amerika kıtası güzel bir örnek olsa da, ne ilktir ne de tek örnektir. İnsan hakları tarihinde yine yakın tarih kapsamına giren ve Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nden önce sahneye çıkmış olan pek çok İngiliz belgesi bulunmaktadır. Bu toplum sözleşmelerinden ilki olarak kabul edilebilecek olan 1215 tarihli Magna Carta, kralın yetkilerini sınırlayarak ve keyfi öldürme gücünü elinden alarak bir ilke imza atmıştır; ancak tam olarak insan haklarını benimsediğini söylemek mümkün değildir. Magna Carta’nın başlattığı parlamenter sistem ve “Özgür İngiliz Vatandaşı” kavramı, 1701 tarihli “Act Of Settlement” ile zirve noktasına ulaşacak, bu sözleşme ile parlamento kraliyet temsili bir kuruma dönüşürken, bunun devamı olarak da özgür bireylerin yeri sabitlenecektir.

Avrupa’dan devam ettiğimizde, önümüze insan hakları tarihinin çok canlı bir örneği olarak 1789 Fransız İhtilal’i gelmektedir. Halk, soylulara karşı ayaklanmış, var olan sistemi çökertip yerine daha eşitlikçi ve daha özgür bir sistem kurmayı amaçlamıştır. Bu devrimin sonunda ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin diğerlerinden farkı özgürlük ve haklar konusunda sadece Fransız vatandaşından değil, bütün insanlıktan bahsediyor olmasında yatmaktadır. Özgürlük, bildiride üzerinde en çok durulan haktır. Bu sebepledir ki, bildiri pek çok millete özgürleşme yolunda ilham vermiştir.

Bahsettiğimiz antlaşmalardan hiçbiri 1. Dünya Savaşı’na giden süreçte ve iki savaş arası dönemde yaşanan insan hakları ihlallerine, çok yakın bir tarihe kadar devam eden sömürgecilik faaliyetlerine ve köle ticaretine, hatta yasalarla sabitlenmiş olan ve özellikle siyahlara karşı yapılan ayrımcılıklara engel olamamıştır. Süreç içinde, Afrika ve Orta Doğu’nun büyük bir kısmı ile Asya’nın bir kısmı sömürgeleşmiş, özellikle Afrika köle ticaretinin merkezi olmuştur. Bu bölgeler hala istikrarlı siyasi rejimler kuramamakta ve çoğu iç savaşlarla mücadele etmektedir.

2.Dünya Savaşı, insan hakları konusunda bir dönüm noktasını temsil etmektedir. “İnsanlığa karşı suç” kavramının tanımının yapıldığı süreç o kadar kanlı geçmiştir ki uluslararası sistemin üyelerini harekete geçmeye itmiştir. Sadece Yahudilere karşı yapılan soykırımın tam ölüm sayısı bugün bile bilinememektedir, engelli olduğu veya “ari ırk”prototipine uymadığı için öldürülen insan sayısı hala bir muammadır. Konsantrasyon kamplarının sadece var olmuş olması bile insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin 2. Dünya Savaşı zamanı olduğunu kanıtlar niteliktedir.

İki dünya savaşının da Avrupa’dan çıkmış olması, Amerika ve Rusya’yı da içine çekmesi, bir daha böyle şeyler yaşanmaması için Milletler Cemiyeti’nden daha başarılı olacak ve “kazananların adaleti” yerine kaybedenlerin de haklarını koruyacak bir kurum olarak Birleşmiş Milletler’i ortaya çıkarmıştır. Birleşmiş Milletler kurucu metni olan “Şart’ın”  ilk maddesi dil, din, ırk veya renk ayrımcılığı yapılmaksızın, herkesin insan hakları ve temel özgürlüklerine saygı gösterilmesini içerir. Şart, insan haklarına saygının geliştirilmesi ile görevli bir organ da kurmuştur. Ekonomik ve Sosyal Konsey de, İnsan Hakları Komisyonu’nu kurarak insan haklarının uluslararası düzeyde korunmasına dair bildiri ve sözleşmeler hazırlamaya başlamıştır.

Hazırlanan sözleşmelerden en önemli ve geçerli olanı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’dir. 10 Aralık 1948’de ilan edilen belgenin amacı, metnin girişinde ulusal ve uluslararası alanda insan haklarının korunması ve saygı duyulması olarak açıklanmıştır. Bildiride, bütün insanların doğuştan eşit kabul edilmesi gibi klasik hakların yanında; seçim hakkı, toplanma hakkı gibi demokratik haklar ve sosyal güvenlik hakkı, fikri mülkiyet hakkı ve asil ve elverişli ücret hakkı gibi ekonomik, kültürel ve sosyal haklar da tanımlanmıştır. Ancak bu noktada şunu da belirtmek gerekir ki, bu hakların uygulama aşaması ve uygulanmaması gibi bir durum oluşmaması için ne gibi bir caydırıcılıktan bahsedildiği tartışılan bir meseledir; çünkü Birleşmiş Milletler ülkelerin bağışları ile askeri ve mali güce sahip olan bir kurum olmasının yanında Güvenlik Konseyi’nin içinde bulunan 5 daimi üyenin elinde veto hakkının bulunduğu bir kurumdur. Bu durum, doğal olarak çıkar çatışması durumunda ne olacağı ve uluslararası adalet konusunda nasıl bir düzenleme yapılıp nasıl bir ceza verilebileceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır.

Şafak YILDIZ

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu