Dünyadan Kültür-Sanat
50 KM
Konstantinos sabah neşe içinde uyanmıştı. Kardeşinin düğünü için bütün hazırlıklar tamamdı. Şimdi en sevdiği kısım gelmişti. Kilisede yapılacak olan ayinin ardından kasaba meydanında düğün başlayacak ve sabaha kadar eğleneceklerdi. Yunanistan’ın Türkiye sınırına yakın Kipoi kasabasında oturuyorlardı. Konstantinos burada dünyaya gelmiş ve hayatı boyunca burada yaşamıştı. Hep birlikte yemek yendikten sonra mavi takım elbisesini giyip dışarı çıktı. Gelin ve damadın bindiği arabayı kullanmak ona düşüyordu. Ufak bir kasaba turundan sonra meydandaki kiliseye vardılar. Davetliler de yavaş yavaş kiliseye gelmeye başlamışlardı. Bütün davetliler katıldıktan sonra törene geçildi. Renkli cübbesi ve uzun sakalıyla nikahı kıyan Ortodoks rahip genç çifte mutluluklar diledikten sonra ilahiler söylenmeye başlandı. Hep bir ağızdan söylenen ilahiler insanın tüylerini diken diken ediyordu. İlahilere can-ı gönülden eşlik eden Konstantinos, kilisenin duvarlarındaki figürleri incelerken, içinden, tanrısına bu mutlu günü gördüğü için teşekkür etti.
Ayinden sonra kasabanın meydanına geldiler. Herkes ufak ufak masalara oturmaya başladı. Misafirlere ikram edilecek yemekler ağızları sulandırıyordu. Listede neler yoktu ki: dolmades, fasuli, tzatziki, karpuzi ve tatlı olarak da baklavas. Konstantinos kasabadan çocukluk arkadaşlarıyla aynı masaya oturdu. Bütün kasaba meydana geldikten sonra yemek ve içki servisi başladı. Konstantinos dolmadese bayılıyordu. Hele bir de üstüne birazcık limoni sıkınca tadından yenmiyordu. İlk iki kadeh Ouzo’sunu yavaş yavaş içti. Kafayı bulmadan dans edemiyordu. Bu yüzden başlarda arkada çalan Zeybekiko’ya eşlik etmekle yetindi. Beşinci kadehten sonra arkadaşlarıyla birlikte dansa kalktı. Orkestradan Hasapiko çalmasını rica etti. Ağır ağır başlayıp sonradan hızlandıkları bu dans her zaman favorisi olmuştu. Bu dansla iyice kurtlarını döktükten sonra Tsifteteli’ye geçiş yaptılar. Neşe içinde eğlenirlerken cüzdanını kaybettiğini fark etti. Sağa sola baktıktan sonra ‘’Hasiktir vre hasiktir’’ dedi.
Fatih aynı sabah çok erken uyanmıştı. Ferhat Aga’nın tarlaya balya toplamaya gideceklerdi. Şehirlerde örneğini görmediğimiz ama köylerde varlığını sürdüren imece usülü çalışmaya gidiyorlardı. Bugün Ferhat Aga’nın tarlasındalarsa öbür gün Bekir Aga’nınkine gidiyorlar, akşam olunca da yevmiyeleriyle hep beraber köy kahvesinde içiyorlardı. Köy yerinde herkesin ufak tefek kendince bir yeri vardı. Fatih Edirne’nin Yunanistan sınırına yakın İpsala ilçesinin bir köyünde doğmuştu. Genç yaşta kasaba merkezine şansını denemeye gittiyse de köyüne geri dönmüş ve orada yaşamaya devam ediyordu. Bütün gün kavurucu sıcağın altında çalıştıktan sonra eve gelip duşunu aldı ve köy kahvesine çıktı. Diğerleri ondan önce gelmişler ve çoktan bir büyük rakı açmışlardı. Meze olarak ise masada sarma, cacık, karpuz, kavun ve beyaz peynir bulunuyordu. Kafaları biraz bulduktan sonra İsmail Aga : ‘’Abe koy ordan oynak bir şeyler de neşemizi bulalım, içimiz şişti beya!’’ dedi. Fatih telefonundan önce ağır bir roman havası koydu. Roman havasını bir kasap havası takip etti. Hep birlikte kasap oynarlarken Fatih’in babası koşa koşa yanlarına geldi ve ineklerinin doğurduğunu ve hemen ahıra gelmesi gerektiğini söyledi. Fatih neşesinin bozulmasına sinirlenerek ‘’Hassiktir bre inek gibi seni, hassiktir’’ dedi.
Konstantinos da Fatih de aynı yaşlardaydı. Sınırın iki yanında birbirileriyle neredeyse aynı hayatı yaşıyorlardı. Aynı yemekleri yiyor, aynı dansları ediyor, sinirlenince aynı küfürleri bile ediyorlardı. Gel gelelim ikisi de birbirinden, tanışmasalar da, hazzetmiyorlardı. Fatih için Konstantinos Yunan dölüyken Konstantinos için Fatih tourko spori’ydi.[1] Birisi Bizans oyuncusu, kâfirken diğeri binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan onları süren barbar Türktü. Halbuki, birisi doğduğu toprakların 50 km Doğu diğeriyse 50 km Batı yönünde doğmuş olsalardı, ikisi de şu anda sahip oldukları değerlerin tamamına küfür ediyor olacaklardı. İkisinin de yaşam tarzında pek fazla bir değişiklik olmayacaktı belki ama ölümüne savundukları değerler tam aksi yönünde değişeceklerdi. Bir alanın ortasına dikilmiş beton sınır kapısı ve kapının iki yanına dizilmiş askerler ve polisler onları birbirinden ayırıyor, onları temsil etmeleri için oy verdikleri politikacılar da bu ayrımı sonuna kadar körüklüyorlardı. Peki o hâlde, 50 km’lik bir mesafenin altüst edebileceği bu değerleri ölümüne savunmaya gerek var mıydı?
Kadir Topal
[1] Yunanca Türk tohumu