Dünyadan Kültür-Sanat

Avusturya’da İki Çeçen Çocuk: Oscar & Lilli

“İnsanlığın ortak kaderi göçün medeniyete katkılarını, toplumlar arasındaki kültürel etkilerini ve adaptasyon süreçlerini yeniden anlamaya davet etme” misyonunu üstlenen “Uluslararası Göç Filmleri Festivali”nin Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışmasında Jüri Özel Ödülüne layık görülen Arash T. Riahi imzalı Oscar & Lilli filmi festivale yakışan ve bu misyonu tam olarak gösteren bir film olmuştur.

Film, 6 yıldır Avustralya’da yaşayan Çeçenistan kökenli 8 yaşındaki Oscar ve 13 yaşındaki ablası Lilli’nin adeta bir arafta kalmışlık hissiyle geçirdikleri yaşamlarına odaklanıyor.

Çünkü kendileri, bir mültecinin en çok korktuğu duyguyu yaşamaktadır. Kaçtıkları ülkelerine geri gönderilme korkusu. Ne orada ne burada kalamama duygusu. Hayatları boyunca daima bir göçmen olarak yaşamanın verdiği bir arafta kalmışlık duygusu.

6 yıldır Avusturya’da yaşamalarına ve dillerini de anadili gibi konuşmalarına rağmen anneleriyle birlikte sınır dışı edilmek üzeredirler. Polis evlerine gelip geri gönderme işlemlerine başlayacakken anneleri bu travmatik ortamda intihar girişiminde bulunur ve hastaneye kaldırılır. Geri gönderme bir süre ertelenmiştir ve çocuklar iki farklı Avusturyalı çocuk edinmeye ya da çocuk eğitmeye niyetli ailenin yanına verilir.

Bu noktada aile birbirinden koparılmak istenmiştir çünkü iki kardeşin beraber kalmalarına izin verilmemektedir. İki farklı aileye verilerek duygusal anlamda bağlılıkları koparılmak istenmiş ve belli travmaları yeniden, beraber yaşamalarına izin verilmemiştir.

İki kardeş ilk olarak kayıp olan babalarından ayrılmış, ertesinde savaşın ve yoksulluğun hüküm sürdüğü ülkelerinden, sonrasında annelerinden ve son olarak da birbirlerinden koparılmak istenmiştir.

İşte bu son koparılışı engellemek için iki kardeş ayakkabı bağcıklarını birbirlerine bağlayarak sembolik manada mesajlarını vermişlerdir.

Daha sonrasında ise annelerini hastaneden kurtarmak ve yeniden aile birleşimini sağlayarak Avusturya’da kalabilmenin mücadelesine girişirler. Fakat anneleri iyileştiği takdirde yeniden sınır dışı edileceklerini bildiğinden, bilincini kaybetmiş bir kadın rolüne bürünerek çocuklarını tanımama ve reddetme yolunu tercih etmiştir çaresizce. Çünkü anne olmadan çocuklar tek başlarına geri gönderilmeyecek ve koruyucu ailelerinin yanında kalabileceklerdir.

İşte bu ahval içerisinde iki kardeş birbirlerine olan sevgileriyle hayata tutunarak, çevrelerine umut ve esenlik vermeyi başararak yeni yaşamlarına adapte olmaya çalışıyorlar.

Filmin belkide en kritik noktası da budur. Tıpkı Nadine Labaki‘nin herkesten tam not alan son filmi Kefernahum‘da başrolü oynayan 12 yaşındaki Zain karakteri gibi, Oscar ve Lilli’de hayata karşı mücadelesini ısrarlı ve dirençli bir şekilde sürdürmektedir.

Film bu konuda duygu sömürüsüne asla izin vermemektedir. Babalarının kaybolması ( muhtemelen ölmesi) annelerinin intihar etmesi, ve birbirlerinden koparılmalarına rağmen güçlü duruşları film boyunca devam ediyor ve asla ağlamıyorlar.

Başka bir ifade ile karakterler o kadar güçlü ki izleyiciye kendilerini acındırmıyorlar. Daima pozitif ve çevrelerine yardım ediyorlar. Örneğin Oscar, koruyucu ailenin yanında kalırken evin en yaşlısı babaannenin hayatının son günlerini neşelendiriyor ve mucitvari fikirleriyle Parkinson hastası bu kadının tek başına yemek yemesine yardım ediyor.

Yine Lilli, bir göçmen olarak okuldaki sınıfında genel vatandaş kalıplarına uymadığı için arka sıralara mahkum ediliyor. En iyi arkadaşı ise “ideal vücut yapısına” uygun olmayan ve toplum tarafından dışlanan fazla kilolu kız oluyor ve Lilli her defasında gerek maddi gerekse manevi olarak arkadaşına yardımcı oluyor.

Film zaman zaman yabancılara ama özelde Çeçenlere yönelik stereotiplere de vurgu yapıyor.

Örneğin bu iki kardeş için Çeçenlere göre fazla kibar oldukları söyleniyor ve Çeçenlerin çok fazla et yedikleri vurgulanıyor.

Burada batıda oluşan yeni taşam tarzının zorunluluktan değil ama bilinçli bir tercihten dolayı “konforunu ve lüksünü” kaybettiğini de görüyoruz. Oscar, koruyucu ailesinin arabaları olmalarına rağmen otobüse binmelerini ya da et yerine vejetaryen yemek tarzını seçmelerini bir türlü anlayamıyor. Çünkü 3. dünya ülkesinden gelen biri için otobüse binmek ve et yememek bir fakirlik göstergesidir.

Filmin sonunda ise, ayakkabı bağcığına gönderme yaparak bu sefer anne ve iki çocuğun birbirlerini kelepçe ile polislerin karşısında birbirlerinden koparılmamak için bağladıklarını görüyoruz. İşte bürokrasinin ve göç kanunlarının keskin soğukluğunu kesmeye çalışan neşe dolu bir vicdan filmi…

Mert DEDECAN

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu