Freud ve Edebiyat
Ruhsal dünyanın Christophe Colomb’u olan, bilinç dışı yöntemiyle insan ruhunun karmakarışık biyografisinin yazarı, Sigmund Freud çocukluk yıllarından itibaren edebiyata ilgi duymuştur.
Her zaman yeni şeyler keşfetmeye meraklı olan bu çocuğun tek isteği insan ruhunu keşfetmektir ve bu amaç doğrultusunda, en büyük klasik Alman yazar Goethe’nin Doğa denemesinin de etkisiyle, 1872 yılında Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesine kayıt olur ve çalışmalarına başlar. İlk olarak arkadaşı Dr. Brued ile o dönemler psikanalizin başlangıcı olarak sayılan ancak ilerleyen zamanlarda modern psikiyatrinin temel taşı sayılacak Histeri Üzerine Çalışmalar kitabını yayınlar. Bu kitapta edebiyatın yeri oldukça geniştir. Daha sonra, 1987 yılında kendi iç dünyasını keşfe çıkmaya karar verdiği zaman diliminde, bir gün Sofokles’in Oidipus adlı tiyatrosunu izlemeye gider ve Oidipus kompleksini ortaya atar. Oldukça geniş mitoloji ve edebiyat bilgisi olan Üstat Freud, kendisinden ve hastalarından yola çıkarak 1900 yılında Düş Yorumu adlı kitabını yayınlar ve bilinçdışı tekniğini en iyi kullananların edebiyatçılar olduğunu vurgular zira Freud’a göre insanın hayatını etkileyen iki şey seks ve libidodur, bu durumda edebiyat ise bir nevroz durumudur. Kitabının yarattığı etki sayesinde, Alman yazar Thomas Mann Venedik’te Ölüm adlı eserini yayınlar.
Artık Freud’un edebiyat üzerindeki etkisi yadsınamayacak kadar fazladır.
Bizzat kendisi de, bilinçdışı tekniğini Shakespeare, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Goethe, İbsen ve Dostoyevski gibi ustaların üzerinde uygular ve aşamalarını Sanat ve Edebiyat adlı eserinde okurlara sunar. Örneğin bu eserinde, Shakespare’in simgeciliği ve bunu eserlerine nasıl yansıttığını ve sahnede kullandığı karakterler üzerinde güldürü, suçluluk ve psikopatlık çözümlemeleri yapmıştır. Bir diğer örnekte ise, Leonardo da Vinci’nin eşcinselliğini eserlerine nasıl yansıttığı üzerine bir çözümleme yapmıştır.
Bu dönemlerde, 19. yy. gerçekçiliğinden ve doğalcılığından yılan, gittikçe bunalıma sürüklenen, rahatlık döneminin sona erdiği, Birinci Dünya Savaşının yaşanıp bittiği fakat derin izler bıraktığı, teknolojik gelişmelerin tekrar refahı sağladığı ancak
maddeye verilen değerden ötürü insanın kendini değersiz hissettiği çalkantılı bir Fransa vardı. Fransız şair ve yazar olan André Breton, temellerini Freud’un psikanaliz teorisine ve komünizme dayandırdığı sürrealizm akımının Birinci Manifestosunu 1924 yılında yayınladı. Sürrealistlerin amacı, aklın, toplumun ve geleneklerin denetiminden uzak, bilinç dışı gerçekliği yansıtmaktır; yani herkesçe bilinen gerçeğin yerine kendi gerçeklerini yaratmaktır zira aklın bütün korkulardan, toplum baskısından ve yasaklardan arınarak düşündüğünde, asıl saf gerçekliğin ortaya çıktığına
inanmaktaydılar. Sürrealistler, estetik ve ahlaki kaygılar gütmekten ziyade, düşüncenin yazılışıyla ilgililerdir.
Aynı zamanda yine büyük Fransız yazar Marcel Prosut’un dev yapıtı Kayıp Zamanın İzinde’ de ben öyküsel anlatıcının bilinç dışı kekinden bir ısırık aldığını ve tüm olayları hiçbir süzgeçten geçirmeden veyahut bir gerçeklik kaygısı olmadan direkt olarak kâğıda döktüğünü görebiliriz. Türk yazarlarımıza baktığımızda, İkinci yeni akımına mensup olan şairlerimizin birçoğunda ve Orhan Veli Kanık’ın bazı şiirlerinde bu tekniğin uygulandığını görebiliriz.
Bir dönem yalnızca insan psikolojisini anlamak amaçlı ortaya çıkan ve bu doğrultuda kullanılan psikanaliz, ortaya çıkışından hemen sonra ve hatta günümüze kadar edebiyat üzerinde etkisini göstermiştir zira unutmamamız lazım ki, insanı ilgilendiren her şey edebiyatta mutlaka açık veya örtük anlamla yer bulur. Her ne kadar bizlerde günlük yaşantımızda toplumsal baskılardan veyahut bize dayatılan kurallardan sıyrılıp hayatımızı yaşayamıyor olsak da, kafamızı boşaltıp iç dünyamıza döndüğümüzde bilinç dışımızdaki gerçeklikten daha çok keyif alıyor ve buna belkide “bu bir ütopya”
diyoruz…
Ayçe İdil TOP