Ya Lir Çalacağız Ya da Aulos
‘’Bütün insanlık tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir.’’ diyor Karl MARX.
Ben de tarihi ve sanatı bundan yola çıkarak yorumluyorum. Bütün bu sanat akımları kendiliğinden oluşmuyor. Gökten inmiyor.
Naçizane fikrim insanlık tarihinin iki güçlü kaynağı olduğudur. Biri ekonomi, biri de sanat. Çünkü ekonomik altyapılar üst yapıları belirlemekte. Yani bütün kültürü, yaşayışı, sanat akımlarını, her şeyi etkilemektedir. Sanatın tarihsel bir kaynak olmasının sebebi de mağaraya çizilmiş resimlerden, yunan heykellerine, minyatürlerden günümüzde yapılan edebiyata kadar dünyanın hafızası olmasıdır. Nietsche’nin “Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu” kitabında bahsettiği gibi eğer heykelleri olmasaydı, biz Zeus’u Apollon’u nereden bilebilirdik?
Apollon (lir ile)
Aynı kitapta Apollon ve Dyonisos mitlerinden bahsediyor. Apollon düzeni, devleti yani aslında o zamanın egemen sınıflarını temsil eden bir mittir. Dyonisos da Antik Yunan’da köle sınıfının adına kurbanlar verdiği, ayinler yaptığı bir tanrıdır. Şarabın da tanrısıdır, tıbbın da. Bugün Tıp sembolündeki yılan Dyonisos’tur. Eğer bir antik kent kazısında üzüm salkımına rastlarsanız o da kesinlikle Dyonisostur.
Apollon’un enstrümanı ‘’lir’’ olarak tasvir edilir. Aslında bugün kullanılan çoğu telli enstrümanın atasıdır. Huzurlu bir sesi vardır ve dinginliği, düzenli bir akışı temsil eder. Dyonisos’un kullandığı enstrüman da ‘’Aulos’’tur. Tek bir ağızlığı olan iki taraflı, üflemeli bir enstrüman. Sesi de kavala benzer. Zaten aslında iki ucu olan bir kavaldır. Bir tarafıyla dem tutulup diğeri ile melodi çalınır. Aulos’un coşkulu bir sesi vardır. Lirin aksine insanları harekete geçirir ve dans edip coşmaya yönlendirir. Nietshce, Tragedya sanatının bu iki mitin ve yaşayışın birleşiminden çıktığını söyler. Işığın tanrısı Apollon’un dinginliği ile şarabın tanrısı Dyonisos’un coşkusunun. Lirin yumuşak, dinlendiren tınısı ile Aulosun coşkun sesinin sentezidir Tragedya.
Dyonisos
Yani sınıf çatışmasından doğan bir sanat diyebiliriz. Tragedya sanatı antik ve klasik tanıma göre, yüceltilen bir kahramanın sonradan kötü bir duruma düşmesiyle, duygusal arınmayı sağlayacak, acıma ve korku duygularına yönelten bir tiyatro türü. Yani aslında her iki sınıfı da anlatmaya çalışan, birbiriyle buluşturan bir tiyatro türü olarak çıkmıştır.
Dünya’da aslında hep aynı düzen olmuş şimdiye kadar. Efendiler, tanrı krallar, feodal beyler, dükler, kontlar derken aslında egemen sınıflar sadece şekil değiştirmiş. Ünlü bir şair ve tiyatro yazarı olan Bertold Brecht bunu şu sözleri ile çok güzel özetlemiştir:
“Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?”
Fransız Devrimi ve Beethoven
Harold G. Schoenberg “Büyük Besteciler” isimli kitabında Ludwig Van Beethoven’ı “Bonn’lu devrimci” başlığıyla ele almış ve hakkında şunları yazmış; “Beethoven ile ondan önce müzisyenler arasındaki fark –deha ve eşi görülmemiş kuvvet gibi şeyler bir yana- Beethoven’ın kendisini bir sanatçı olarak görmesi ve haklarını savunması idi. Mozart atistokrat dünyanın çeperinde dolaşıp kapıyı çaldığı, ama hiçbir şekilde içeri alınmadığı halde: Mozart’tan sadece on beş yaş küçük olan Beethoven kapıları tekmeleyerek açtı, içeri daldı ve rahatına baktı.”
Beethoven müzik tarihi için sosyolojik bir fenomendir. Bunun sebebi Beethoven’dan sonra artık insanların müzisyenlerin ayağına gidip onları dinlemesidir. Klasik dönemde(1750-1830) bütün besteciler himaye dönemindeydi. Ya bir sarayda ya bir kilisede ya da bin nüfuslu birinin konağında olmak zorundalardı. O dönemin Avrupa’sında müzisyenler aslında köle sınıfındalardı. Birilerinin vitriniydiler ve kölelerle birlikte yiyip içerlerdi.
Fakat sanatın statüsünün yükselmesi aslında ekonomik altyapıların değişmesi ile alakalıydı. Bu tam olarak Beethoven’ın başarısı değildi. Biliyorsunuz ki kölelik Fransız ihtilali ile kalktı ve burjuva devrimi ile birlikte sanatın ve sanatçının statüsü yükseldi. Ki aslında Fransız İhtilali’inin sebebi de ekonomik alt yapıların değişmesiydi. Sanayileşme ile birlikte efendiler bir iplik fabrikasındaki 100 tane işçiyi birden köle olarak tutamazlardı. Dolayısıyla bunlar artık köle değil, işçi olmak zorundaydı. Kölelerin sadece seyahat engeli vardı. İşçilerse parasızlıktan ve sabah akşam çalışmaktan seyahat edemiyorlardı. Yani aslında hiçbir şey değişmedi. Edmond Rostant’ın “Cyrano de Bergerac” oyunu da aynı manzarayı gösteriyor bize. Bu oyunda kılıcı kadar ozanlığı da güçlü olan başkarakter Cyrano; himaye dönemine geçişi bu sözlerle reddediyordu:
“Ne yapmak gerek peki? Sağlam bir arka mı bulmalıyım? Onu mu bellemeliyim? Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi, önünde eğilerek efendimiz sanmak mı? Bilek gücü yerine, dolanla tırmanmak mı? İstemem! Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret? Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım?
Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip, taklalar mı atmalıyım? İstemem, eksik olsun! Her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli? Sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli? Onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli? İstemem! Eksik olsun böyle bir şöhret, eksik olsun!
Ciğeri beş para etmezlere mi “yetenekli” demeli? Eleştiriden mi çekinmeli? “Adım Mercuré dergisinde geçse” diye mi sayıklamalı? İstemem! İstemem, eksik olsun!
Korkmak, tükenmek, bitmek? Şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek. Dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek? İstemem, eksik olsun! İstemem, eksik olsun!
Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek? Tek başına? Özgür olmak! Dünyaya kendi gözlerinle bakmak. Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak. Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak; ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek; isteyince Ay’a bile gidebilmek? Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek? Demek istediğim, asalak bir sarmaşık olma sakın. Varsın boyun olmasın bir söğüdün ki kadar. Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?”
BUGÜNÜN DÜNYASI VE POST TRUTH
Aslında bir dönem bitmeden o dönemin ismini koyamayız. Şu anda “post-truth” yani hakikat sonrası dönem deniyor. Yani gerçekliğin örtbas edildiği bir dönem. Tabi bundan yüz yıl sonra bu dönemin adını ne koyacaklarından habersiziz. Acaba bu dönemin sonunda hala patronlar kalacak mı? Yoksa bütün işletmeler Peugeot gibi patronsuz mu olacak? Ya da yeni bir düzen mi gelecek? Şimdilik bilmiyoruz. Ama bugün için anladığımız bir şeyler var. Kurulan bütün düzenlerin alt üst olması için o kadar teferruata gerek yokmuş. Sadece bir virüs, bir süreliğine de olsa bunu başarabiliyormuş.
Bugün doğrular, gerçekler önemini büyük ölçüde yitirmiş durumdayken bir pandemi Dünyadaki bütün politikaların, illüzyonların gözümüze çektiği perdeyi araladı ve bize gerçekleri gösterdi. Aslında bu post-modernizmin sonunu getirecek bir kıvılcım olabilir.
Bugün sanat, özellikle müzik adına bir sürü çalışma alanı bulunmakta. Film müzikleri, oyun müzikleri, eğlence için yapılan müzikler vb. Müzisyenler bir takım piyasalara tutunarak hayatlarını geçiriyorlar. Bu sayede bu günü yansıtan eserler yapıyorlar. Bütün bu hengame, değişimin de edebiyata, görsel sanatlara ve müziğe nasıl yansıyacağını da göreceğiz.
Müzisyenler olarak kendimizi nispeten özgür hissetsek de, tanınmak ve hayatımızı sürdürmek için yine birilerinin himayesinde kalıyoruz. Tek başına güzel eserler yazmak işe yaramıyor. Birilerinin bunların sponsorluğunu üstlenmesi, müziklerimizin belli platformlara girmesi için ön ayak olması gerekiyor. Müzisyenler turneler yapıyor, sahneler alıyor ama kaydettiğimiz müzikler insanların evlerine giriyor yine. Yani araçlar gelişmiş, imkanlar çoğalmış fakat müzisyenler için himaye dönemi bitmemiş oluyor bu durumda. Aslında sandığımız kadar özgür değiliz…
Bu durumda yeni dönem bize ne sunacak acaba? Cyrano gibi istemem, eksik olsun deyip sonra da kendi yolumuza gidebilecek miyiz? Yoksa müzisyenlerin maaşa bağlandığı ve beğeni kaygısı gütmeden istedikleri eserleri yazabilecekleri, istedikleri icrayı yapabilecekleri bir dönem mi?
Bugün yaşadığımız bir tragedyadır dostlar. Her şeyi zaman gösterecek. Bundan sonraki dönemde ya Lir çalacağız ya da Aulos. Ortası biraz Post-truth…
Ersim TUNCE