Kültür-Sanat

Romantik Komediler: Ruh Haline Karşı Organize Suç Örgütü

Daha önce de biraz karaladığım ama sonra unuttuğum, son zamanlarda uçak yolculuklarında denk geldiğim için tekrar gündemime giren baş belası romantik komedi filmlerinden ve onların ortalama bir insanın hayatında yarattığı ikirciklenmelerden bahsetmek istiyorum. Bununla ilgili istatistikî bilgilerim yok, toparlayıp ciddileşmek de bu yazının amacı değil. Kimsenin katılma zorunluluğu olmadığı bir Pazar yazısıyla gündeme ufak bir ara verip, ertesi gün tekrar yoğunluğa dönelim.

Friends with Benefits filminde işte “Ya biz sevgili olmayalım, ama takılalım, ama aslında içten içe birbirimize âşık olalım.” Ve tabii ki sonunda sevgili olalım ve her şey çok güzel olsun, tam doğru kişi bu olsun… Justin Timberlake + Mila Kunis = yakışıklı + güzel + esprili + hassas + seksi = “gerçekçi aşk?” Ya da Silver Linings Playbook gibi filmler, Jennifer Lawrence’ın en kusursuz karakteri oynadığına inandırmaya çalışırken, aslında yine o alışıldık romantik komedi klişelerinin içinden geçer: İki kaybolmuş insan, birbirini bulur ve hayatları tamamen değişir. Pretty Woman (1990), klasikleşmiş romantik komedilerden biri. Zengin adam + alt sınıftan kadın = Aşkın sınıf tanımaz olduğu mesajı + bol bol alışveriş sahnesi + 90’lar modası = Amerikan rüyasının kalbi! Romantik komedilerin “kurtarıcı adam” ve “içten, doğal ama kaybolmuş kadın” klişesinin en popüler örneklerinden biri sayılır (Bu kısım aslında çok daha fazla incelenmesi gereken kısım ama şimdilik bu yazının konusu değil). You’ve Got Mail (1998), Meg Ryan ve Tom Hanks’in çevrimiçi tanışıp gerçek dünyada rakip çıkmalarıyla başlayan romantik bir hikâyeyi anlatır. Film, dijital dünyada bile “gerçek aşk”ı bulma umutlarını idealize ederken, sonunda klasik romantik komedi sonuna ulaşarak birbirlerine âşık olmalarını sağlar.

Ve daha onlarcası…
Önerme: Genelde Amerikan yapımı olan romantik komediler, fark ettirmeden psikolojimizi, hayata bakışımızı ve ilişki yaşama şeklimizi bozdu. Bu filmlerde anlatılan hastalıklı bir ilişki anlayışı birçoğumuzun hücrelerine işlemiştir. Bu filmler, gerçek hayattaki karmaşıklıkları yok sayıp her şeyi aşkla çözülebilecek bir masala çevirir. Hal böyle olunca da, sıradan ama sağlıklı ilişkiler gözümüze eksik, ruhsuz ya da “yanlış” gelmeye başlar.

En önemli belirtilerinden biri, var olan ilişkimizden bir türlü memnun olamamamız ya da tam ilişkiye başlarken kişinin bizim için “doğru insan” olup olmadığını beynimizi patlatırcasına düşünmemizdir. Sonrasında da sürekli sorgulamalar devam eder, aileler işin içine girer, olaylar olaylar… Ulan ben niye böyle birine denk gelmiyorum diye sürekli bir hayıflanma durumu yaşarız. Sonra baktım düşündüm, 5 kere evlenmiş ve sayısını bilemediğimiz kadar ilişkisi olmuş Mehmet Ali Erbil ve İbrahim Tatlıses; 7 kere evlenmiş Seda Sayan (hiç üşenmiyorlar da…) da “doğru insan”ı bulmakta zorlanıyorlar sanırım. Bir türlü gelmiyor da o insan.

Doğru İnsan Aranıyor

Doğru insan tanımı biraz garip olsa da yine de inceleyelim…

Bu ruha sinsice sızan romantik komedilerde illaki filmin bir yerinde, genelde şans eseri birden bire esas karakterin önüne – kendisi de esas karakter olacak – biri çıkar. Veya bu kişi burnunun ucunda durur ve sonradan bazı olaylar sonucunda başka şekilde bakılır ve “lan bundan da iş çıkar ha” diye fark edilir. Kişinin karşısına çıkan bu kadın (ya da adam) öyle idealdir ki, her şeyin “iyisini” o yapar. En iyi anne odur, en eğlencelidir, en iyi sevişilen kişidir, en dürüsttür… Yani daha önce yaşanan bütün anlamsız tecrübelere oranla çok çok üst düzeydir… (Kötü bir evlilik, aldatma, anlamsız bir sevgili, psikiyatrik problemler… vs gibi bir sürü travma buna ulaşılması için ödenmesi gereken bir bedelmiş gibi…). Üstelik çok güzeldir (ya da yakışıklıdır), bu güzelliğine rağmen çok mütevazıdır, ama iş bilendir… vs. Hatta öyledir ki, artık bütün hayatınızı bu kişiye göre planlarsınız ve başka kimseye de ihtiyaç duymazsınız (güle güle kankim Erman seni hep en saçma gevezeliklerinle hatırlayacağım).

Filmin sonunda “Aile çok kutsaldır”a bağlar, bütün bir toplumdan kendini soyutlayarak çok mutlu ve ideal bir aile yaratır (Bir de Amerikan filmlerinde önünde çim olan bahçeli bir ev oldu mu tadından yenmez). Kuşkusuz ki evlilik sonrasını görmüyoruz, o anlamsız ve hayattan tatminsiz insanlar… toplumdan uzak kaldıkça ifadesizleşen yüzleriyle yetişen çocuklar… geçim sıkıntısı… patronla girilen anlamsız ama mecburi diyaloglar…

Bütün bu filmler yavaş yavaş içimize işler ve “boş bir umut” aşılar. 20’li yaşlarımıza geldiğimizde, doğru kişiyi beklemeye yönlendirirler; sanki hayatımızda her şeyin mükemmel olacağı, tek bir kişiyle tamamlanacağımız bir anın gelip bizi bulmasını bekliyormuşuz gibi. Bu umut, o yaşlarda güzel ve cazip gelir, çünkü hayatta her şeyin bir düzeni, bir anlamı olacağına inanırız. Fakat zaman geçtikçe, bu filmler bize her şeyin mükemmel olması gerektiğini aşıladığı için, yıllar sonra “ulan benim hayatım niye böyle” sorusuyla karşılaşırız. Gerçekleşmeyen o ideal aşk ve hayat beklentisi, içimize bir boşluk bırakır. Sevgilimizin, ideal kişi olmadığı gerçeğiyle yüzleşirken, hayatın getirdiği doğal zorluklar da stresle birleşir. Orta yaşa yaklaşırken, kendi kimliğimizin sorgulanması ve geleceğe dair belirsizlikler bizi farklı bir yere sürükler. Bu arayış, sadece kendimizi değil, etrafımızdaki insanları da yıpratır.

Haydariye Talim

Bu anlamsız ve belirsiz süreç, çoluk çocuk olduktan ve yazlıkta kayınpederle tavla masasında kendini bulup “ulan durum 4-4, bu partiyi aldım mı kayınpederin işi biter.. haha” (ne diyorum ben ya, bitse ne olur bitmese ne olur) diye düşünürken sona yaklaşır. Bir sonraki partide kayınbiraderin “enişte bu eli alırsam dondurmalar senden” sözleriyle iyice kanıksanır.

Ve evet… mutlu son… yaprak sarmaya, mangal köfteye ve haydariye abanın a dostlar… (o kayınbirader yok mu, gömer hepsini 5 dakikada), bunlar artık sizin en yakın arkadaşlarınızdır.

Güle güle Jennifer Lawrence, Cameron Diaz, Emma Stone, Meg Ryan ve daha niceleri… Sizi çok sevdik… Ama artık yorulduk. Siz de gerçek hayatta “o insan” değilsiniz, bizi kandırmayı bırakın, biz de yanımızdakilerin değerini bilelim (sanki onlar engelliyormuş gibi…)

Erman vardı ya, o ne yapıyor acaba? Bi halı saha maçı ayarlasın bize.

Nail ARAS

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu