Albert Camus – Düşüş (La Chute)
“Her şeyi unutuyordum, ilk önce de kararlarımı. Aslında hiçbir şeyin önemi yoktu. Savaş, intihar, aşk, sefalet…
Koşullar beni zorladığı zaman bunlara dikkat ediyordum gerçi, ama nazik ve yüzeysel bir biçimde.
Kimi zaman, en gündelik nitelikteki yaşamıma, yabancı bir davaya tutkuyla sarılır görünüyordum.
Ama aslında ona katılmıyordum, tabii, özgürlüğümün zorlandığı zamanlar dışında. Nasıl anlatayım?
Dünya kayıyordu. evet, her şey kayıp geçiyordu üzerimden.”
Öncelikle Camus’nün Düşüş eserinden muazzam bir yorum ile başlamak istedim yazıma.
Bu muazzam eser, burjuva ahlak anlayışının (modern insanın) absürtlüklerinin, basit bir romandan ziyade bir monolog şeklinde incelendiği 1956’da bize sunulan kanıtıdır.
Ilk cümleyi okuduğumda durup bir düşündüm.
Sanki bu çalışma bir diyolog olarak ilerleyecek dedim.
Ama yanıldım. Kesinlikle öyle değildi.
Iki ya da üç sayfadan sonra, aslında böyle olmadığını ve ne yazıldığını ve bize ne vermek istediğini anlamakta güçlük çekmeye başladım.
Belki de Camus’yü anlamak için iki kitabından fazlasını okumam gerekliydi.
Fakat okudukça kendimi kitabın tarzına ve akışına daldırıp cümlelerin aslında o kadar karmaşık olmadığını fark ettim.
Kitapta her cümlenin altını çizmek, burada gerçekten ne anlama geldiğini düşünmek ve Camus’nün hayatı, aynı zamanda onu etkileyen “varoluşçu” eğilim hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor.
Yazar bu kitapta “varoluşçuluk” akımını kaleminin son mürekkep damlasına kadar vurgulamış.
Bu, geçmişte ve günümüzde burjuvazi ile var olan “modern insan” ve “Avrupa insanı” mottosu ile toplumu ve bizleri eleştiren bir eserdir.
Bir de “Ben bu toplumun bir üyesiyim. Varım ve nefes alıyorum.” düşüncesini bizim için fazlasıyla yansıtıyor.
Yazar ve okuyucu açısından eleştirel bir yapıdadır.
Özeleştiri şeklindedir.
Camus, her konuyu 100 sayfada da tek tek, ince ince ele almış.
Bir kilim misali kör olana kadar dokumuş.
Aşk, din, dostluk, kadınlar, suçlar, sınıf ayrımları, güç, polis vb. tüm konuları ilmek ilmek işlemiş.
Bir detaya değinmek istiyorum, bu konuları açık bir şekilde ararsanız, bunları okuyucusuna gizlice iletilmesini amaçlayan sosyal mesajlar olarak cümlelere dahil edildiği için bulamazsınız.
Bu yüzden okuduğunuz kitabı anlayarak ve hissederek okumanızı tavsiye ederim.
Aslında her konunun altında yatan temel de insandır.
Aşk, arkadaşlık, din ya da sınıf farklılıkları olsun, aslında her şey insanın benliğinde yani özünde vardır; iki yüzlülük, statü farkı, açgözlülük, ego ve bencillik…
Toplum bu şekilde yozlaşır ve aslında gerçekten eşit olan insanoğlu arasındaki farklar dağları aşar.
Örnek vereyim; masum-suçlu, fakir-zengin, güçlü-zayıf vb.
Şimdi kitabımızın iç dünyasına inmek istiyorum biraz.
Jean Baptiste Clemence bir avukat olarak karşımıza çıkar. Karakterimiz suçluları savunur.
Evet, evet yanlış duymadınız. Suçluları.
Ama bunun büyük bir sebebi vardır.
Sebebi, bu kişilerin yani suçluların, kendilerini olmayan bir şey gibi göstermemeleridir. Neyse o olmalarıdır.
Suçludur ve yapıya göre bir duruş sergileyip, ona göre bir yüz ifadesi takınır.
Uzaktan ona baktığınızda suçlu olduğunu anlamanıza yetecek kadar.
Iki yüzlülük yoktur. Benliğini bilen suçludur işte o.
Clemence bu tutumunu şöyle açıklıyor:
“Onların suçluluğu benim güzel konuşmama neden oluyordu, çünkü onların kurbanı ben değildim.” Buradaki ince detay da Clemence’in kendi özeleştirisinin olmasıdır.
Kişinin özgür ve bireyin davranışlarından sorumlu olması, kitabın altında yatan ve konularla birleştirilen varoluşçuluk akımından kaynaklanır.
Kendi öz iradesi ve fikri olan insanlar, irade ve vicdanı olmayan nesneler dünyasına atılmışlardır.
Aslında suçlunun, suçu işlemesinin nedeni talihsiz koşullardan kaynaklanmıştır.
Mutlak bir özgür irademiz vardır, kendi tercihlerimiz. Bu yüzden asla koşulların altına sığınıp, bahanesi bile olmamalıdır.
Bu romanda, bir olaydan ya da kurgudan söz edemeyiz, karakterimiz kendisi için konuşur ve kendisine sorduğu sorular üzerinde büyük eleştiriler ve birçok soru işareti bırakır.
Düşüş’ü tam olarak kavramak ve deneyimlemek için, Camus’nün “uyumsuzluk” felsefesini bilmeli ve anlamalıyız.
Ayrıca, ölüme karşı bu saçmalıklara ilişkin “yargı” kavramı defalarca vurgulanmış ve anlamsızlıklarına sıkı bir eleştiri yapılmıştır.
Tekrar etmek istiyorum: Ana karakterimiz Jean Baptiste Clamence’in avukat olması asla tesadüf değildir.
Değersiz ve önemsiz gördüğümüz hayatlarımızda, zengin olmak ve iyi bir mevkide iş sahibi olma gibi hayallerimizi eleştirdi ve insanların modern alışkanlıklarla ve bu fenomenlerin yarattığı sosyal kurallar aracılığıyla yalnız olduklarını vurgulasa da, düşüş metaforu ile modern dünyanın ahlakına bir gerçeklik getirdi.
“Düşüş” metaforu romanda iki şekilde gerçeğe dönüştü:
-Paris’teki bir köprüde gerçekleşen bir intiharla karşı karşıya kalan Clémence hareketsiz, sessiz kaldı ve yoluna devam etti.
Sosyal kuralların ve yargıların insanı nasıl köleleştirdiği ve ölümün anlamsız hale getirdiği hayatı sona erdirme saçmalıklarının da ortaya çıktığı bir durumdur.
Teknik olarak mükemmel bir şekilde yaratılmış bu romanda, Camus bizi yükseğe çıkarıyor ve yere çakılmamıza neden oluyor.
Sosyal olan her şeye sırtını çeviren yazar, olay kavramı ve sosyal fenomen ile ilgili birçok örnek veriyor. Bu örneklerle, toplumun donmuş ve örümcek ağı kaplamış yargısını bir yerden diğerine vuruyor.
Camus, daha çok iç konuşma olarak adlandırılabilecek bir anlatı stilini benimsedi, ama aynı zamanda başka bir kişinin açıkça anlayabileceği bir anlatı stilini de benimsedi.
Ancak kitapta, bu ikinci kişi hakkında tek bir cümle yok. İkinci kişi en baştan sonuna kadar bir merak konusu olmaya devam ediyor.
Kitabın bir başka özelliği de içerdiği absürt unsurlardır. Ama asla bu unsurlar kitabın akışını veya anlamsal bütünlüğünü etkilememiştir.
Aksine, yazar tarafından kullanılan absürt unsurlar, bazı yerlerde kitaba sembolik değerler bile eklemiştir.
Yazarımız her şeyi ince ince işlemiş.
Camus, insan doğasını (la nature humaine) yansıtmayı seven bir yazardır. Ona göre insan, özgürlük içinde var olan ve kendini var olduğu kadar iyi tanıyan bir varlıktır.
Onun varlık hakkında vermek istediği mesaj, insanların kendi benliklerini, özgür iradeleriyle toplumda bağımsız olarak fark etmeleridir.
Romanı önemli kılan bir diğer faktör de, bu sosyal tarafların incelenmesi ve eleştirilebilmesidir.
Kendi kendine başarma arzusu, toplumun ölüme karşı tutumu, kişinin mesleki duyarlılıkları ve toplumdaki aciz kişi için acıma hissi… Camus tüm bu olayları kendi bakış açısıyla yorumlar.
Genel olarak kendi fikir ve yorumlarım ve edebi görüşümle birlikte yazımı burada tamamlamak istiyorum.
Merak ettiklerinizin hepsini bu muazzam kitabı okuyarak bulacağınıza inanıyorum. Kendi bakış açınız ile bir kez daha yorumlamanızı tavsiye ederim.
Ve yazımı Camus’nün bu kitabından güzel bir alıntı ile tamamlamak istiyorum.
“Ah, bayım…” diyordu adam, “mesele kötü insan olmak değil, ama ışığı yitiriyor insan.” Evet, ışığı, sabahları, kendini bağışlayan kişinin o kutsal masumluğunu yitirdik biz.
Bensu ERBOGAN