3 Ülke,3 Film ve İşsizlik
İşsizlik Teması Bağlamında
The Full Monty(1997) Peter Cattaneo
Rosetta (1999) Dardenne Kardeşler
Le Silence des Machines(2008) Paul Calori, Kostia Testut
https://www.imdb.com/title/tt1389558/
Filmlerinin Tartışılması
Modern zamanlarda 3 farklı ülke; Fransa, Belçika ve İngiltere. Sosyal devlet anlayışının doğup geliştiği ve belki de en güvenilir bir şekilde devam ettiği Avrupa merkezleri. Fakat bu sosyal devlet, refah devleti, insan hakları ve özgürlük değerlerinin öncülüğünü yapan devletlerde ortak bir sorun var. İşsizlik. OECD verilerine baktığımızda dünyada ki işsizliğin en az olduğu ülkeler kıta Avrupa ülkeleri olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar bu filmlerde biz Avrupa kısmını görmüş olsak da aslında işsizlik tabi ki de dünyaya mal olmuş bir sorun. Herkese iş vaadinde bulunan sosyalist ülkelerde bile. Fakat tabi eğer Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezine inanıyorsak sosyalist diyebileceğimiz ülke zaten yoktur çünkü liberal kurumlar ve kapitalizm düşüncesi alternatifsiz olarak varlıklarını sürdürecektir.(Görünmez ölçüde küçücük olan bir virüs bizlere tekrardan bir tarih yazımı yazdıracak gibi)
Filmlerimize baktığımızda, işsizlik temel olarak 3 filmde de başat konu. Her ne kadar “The Full Monty” filminde erkeğe ve kadına biçilen toplumsal roller,kadın ve erkek bedeni üzerine alışılagelmiş kalıplar gibi bazı yan konular işlenmiş olsa da. Peki, ilk olarak bu 3 film için, hikayenin geçtiği ülkenin kendine özgü sorunlarından bahsettiğini mesela işsizliğinin Belçika özelinde incelendiğini söyleyebilir miyiz?
Cevap büyük oranda hayır olacaktır çünkü sadece Full Monty filminde aslında bir İngiliz şehri olan Sheffield özelinde filme konsantre oluyoruz. Şehir sadece bir şehir değil çünkü zamanın en verimli endüstri şehri ve bu sayede kalkınmasını gerçekleştirmiş bir şehir. Dolayısıyla şehir aynı zamanda bir kişiliğe sahip.Dolayısıyla filmin başında şehri anlatan belgesel çok şey ifade ediyor ve 80 sonrası hız kazanan neoliberal Margaret Thahtcher politikalarının,özelleştirmelerinin neticesinde çehresi değişen bir şehir ve bu şehir içerisinde kapanan fabrikaların ve kaybolan iş sektörlerinin bedelini ödeyen bir işçi sınıfı görüyoruz.
Buna paralel “Le silence des Machines” filminde ise ülke vurgusu kısmen de olsa yapılmış. Özellikle Çin’de geçen sahnelerde Mao fotoğrafının gösterilmesi gibi detaylar bize filmin altyapısında bu ülkeye dair eleştirilerin ya da gösterilmesi gereken ayrıntıların olduğu vurgulanıyor. Mesela film’de geçen iki ülkenin Fransa ve Çin olarak seçilmesi, Fransız işçilerinin demokratik bir ülkede özgür bir şekilde eylem yapabildiklerini , birlikte hareket edebildiklerini gösteriyor öte yandan Çin’de geçen sahnelerde otoriter yönetim altında yaşayan işçilerin daha sönük, renksiz ve her halükarda işe devam etme zorunlulukları net bir şekilde gösteriliyor.
Bu veriler ışığında şöyle bir yorumda mümkün. İşçi sınıfını temsil etmesi beklenen Çin Komünist Partisi yönetiminde ki Çin ‘de değil de liberal kapitalist ekonomiyi savunan Fransa’da işçiler, işsiz kalsalar bile haklarından daha emin ve birlikte harekete geçme iradeleri daha kuvvetli.
Buna karşılık Rosetta filminde Dardenne Kardeşler neredeyse hiçbir veri oluşturacak bir detay vermeden filmin herhangi bir Avrupa ülkesinde ‘de geçebileceğini bize söylüyor. Çünkü genel olarak Dardenne Kardeşlerin filmleri kapitalist sistemin hüküm sürdüğü her toprak parçasına dönük.
Peki filmlerin bu işsizlik meselesine bakışları ne oranda benzer ve herhangi bir öneri sunduklarını söylemek mümkün mü? İlk olarak “Le silence des Machines” film’inde işsizliğin nedeni olarak “Délocalisation” gösteriliyor. Gelişmiş ülkeler iş gücünün ve sermayenin düşük olduğu ülkelere doğru kendi şirketini, fabrikasını, varlığını bu bölgelere taşıyor. Genelde gelişmiş ülkeden gelişmekte olan ülkeye doğru bir tercih söz konusu. Bu yüzden bir tarafın işsizliği diğer taraf için yeni iş sonucunu doğuruyor.
Gelişmiş ülkelerde baş gösteren işsizlik sorununun en büyük etkenlerinden biri bu olsa da bazı araştırmacılara göre gelişen teknoloji ile beraber bu işsizliği oluşturan 2.sektör taşınmasının yerine zaten yeni dijital sektörler doğacak ve gelişmiş ülkeler buradan işsizliğe saplanmadan kurtulacak. Filmde ise işsizliğe karşı eyleme geçilmesi, birlikte olunması ve güç birliğine gidilmesi gerektiği gösteriliyor. Bu sayede bir şeylerin değişebileceği belki söylenmek isteniyor.
Rosetta filminde de birilerinin iş sahibi olması diğer taraf için işsizliğe neden olmuştu. Rosetta hamur imalatı işine girerken çocuğu hasta olan kişinin işten çıkarılması sonucu boşalan pozisyona gelmiş. Daha sonra Rosetta’nın işten çıkarılması sonucu diğer iş arayan kişi işe yerleşmiş en sonunda da Rosetta iş bulabilmek için “arkadaş” olarak nitelendirdiği kişiyi işten çıkartması sonucu iş sahibi olmuştur.
Yani, bu sistemde aç ve işsiz insanın ahlaki çözümlemelere giremeyeceğini, gerektiğinde arkadaşını da işten çıkartabileceğini gösterirken aynı zamanda annesinin içki içebilmesi için yöneticiyle yatmasına ya da annesinin kendisine verilen giyecek ve yiyecekleri kabul etmesine şiddetle karşı çıkıyor. Burada ahlaki açıdan bir çelişki görülebilir. Ama unutulmamalıdır ki Rosetta Riquet’in bataklıkta boğulmasına müsaade etmemiştir.
Full Monty filmi ise Rosetta filmine göre oldukça farklı bir perspektif çiziyor. Özellikle komedi ve dram türünde olması sebebiyle Rosetta gibi aşırı derecede gerçekçi bir yapıya sahip değil. Rosetta’da zaman zaman bir belgesel edasıyla filmi izlerken sadece bir kızın gündelik yaşamında işsizlik gibi sorunlarıyla nasıl baş edebileceğini gerilerek izlerken Full Monty’de zaman zaman hikayenin büyüsüne kapılıyoruz. Çünkü teknik olarak görseli ve müziği oldukça çok kullanan bir film.
Hikaye de aynı şekilde umutsuzluğa kapılmamızı istemiyor. Farklı kişilerin farklı farklı kişisel sorunlarının yanında işsizlikle mücadele edebileceğini gösteriyor ve “Le silence des Machines” filminde ki gibi birlikte hareket etmeye , dostluğa ve dayanışmaya önem veriyor. Ancak birlikte olunursa bir sonuca varılabileceğini bize gösteriyor. Halbuki Rosetta tamamen izole olmuş bir kişi. Kampta yaşıyorsun arkadaşın yok arkadaş edinmek de bir lüks çünkü.Filmde asla duygusallığa, acındırmaya,dramatize etmeye yarayacak bir sahne gösterilmiyor. Full Monty ile tamamen zıt bu yüzden.
Bu 3 filmde ortak işlenen ve değinilen konulardan biride iş bulma kurumları gibi sosyal hizmet kurumlarının ve aynı zamanda sendika ve temsilcilerinin işlevsizliğidir. 3 filmde de bu kurumlar işsizliğe bir çözüm getirememekte hatta çoğu zaman tamamen umursamaz davranmaktadır. Full Monty’de bu net bir şekilde görüyoruz. Hatta karakterlerimiz iş bulma kurumunda beklerken kağıt oynayarak vakit geçiriyor.
Öte yandan Le silence des Machines filminde de sendika başkanının tatilde olduğu söyleniyor Rosetta filminde ise yeteri kadar çalışmadığı için Rosetta’nın iş bulma kurumundan faydalanamayacağı isterse işsizlik maaşı gibi geçici önlemlerden yararlanabileceği söyleniyor. Fakat Rosetta bir iş bulma ve ” normal” insan olma düşüncesi ile bunu reddediyor. Dolayısıyla burada bir çıkmaz görüyoruz ve demokrasi kurumlarının yürümediğine şahit oluyoruz. Mevcut temsili demokrasi ve onun kurumları yani sistem artık işlemiyor ve fakir,sıradan halkı kimse temsil edemiyor. Bu 3 filmde de mesela hiçbir partiyi göremiyoruz. Yani herhangi bir siyasal parti bu insanları temsil edemiyor.
Bu filmlerden yola çıkarak günümüz siyasal yaşantısına dair bir şeyler söylemekte mümkün. Aslında popülist partilerin dünyanın her yanında bu denli yükseliş göstermesinin en önemli nedenlerinden biride bu işsizlik sorunu. Çünkü klasik popülist parti söyleminde şunu görebiliriz. Göçmenler geldi ve kendi vatandaşımızın işini elinden aldı. Bu basite indirgenmiş bir çözümleme ama globalleşme ve küreselleşme sebebiyle de mağdur olan sistemin dışında kalmış bir kesim var. Çünkü liberal ekonomi delocalisation (belirli bir yerde olmama), özelleştirme, konusunda oldukça açıktır ve buna sürekli teşvik eder. Dolayısıyla popülist partiler küreselleşmeye karşıdır ve daha çok korumacı ekonomiden yanadır. Yani kendi zenginliğimizi kendi vatandaşlarımıza, kendi “halk”ımız ile paylaşmalıyız der.
Özetle bu filmlerde de sistemin çıkmazları gösterilmekte, unutulan alt gelir sınıfının temsiliyet sorunu gündeme gelmektedir. Bu bağlamda neoliberalizmin sonunun giderek yaklaşmakta olduğunu, öncelikle kendi vatandaşının ekonomik,”sağlık” refahına odaklanacak olan daha ulusalcı ve korumacı “güçlü” devlet olgusunun yükseleceğini, sınırların ve insan sirkülasyonunun tekrardan revize edileceğini ve ek olarak başat insani kriz anlamında mülteci, göç faaliyetlerinin tekrardan gündeme geleceğini söyleyebiliriz.
Ortalama bir çıkarımda bulunacak olursak ve dünyada hangi bölge olursa olsun (Sarı Yeleklilerden tutup İspanya’da Katalan bölgesi,Lübnan’da ki ayaklanma,Irak’ta ki olaylar, Şili eylemleri, Hong Kong mücadelesi,İran’da ki gösteriler) genel bir ekonomik ve sınıfsal bir memnuniyetsizlik olduğunu görüyorsak bu tarz filmlerin devam edebileceğini ve hatta artacağını öngörmek zor olmasa gerek. Nitekim 1999 yapımı Altın Palmiye ödüllü Rosetta filminden yaklaşık 20 yıl sonra 2018’de Ken Loach’un yine genel hatlarıyla aynı bürokratik engelleri , ekonomik çıkmazları,saf anlamda fakirliği ve çaresizliği anlatan “Ben Daniel Blake” filmi Altın Palmiye’ye uzandı.
Genel bir çerçeve ile Rosetta işsizlik bağlamında daha çok felsefi ve psikolojik bir çözümleme yapıyor ve bu soruna karşı herhangi bir mücadele yöntemi ya da sorunu çözmeye yönelik bir çıkarımda bulunmuyor. Buna karşılık diğer iki filmde ise sorunun daha toplumsal boyutu ele alınıyor ve birlikte hareket etme düşüncesi ile bir direniş metodu gösteriliyor ve ancak beraber olunursa bu sorunun en azından azalacağı önermesi yapılıyor. Buna karşılık yönetmenlerin illaki bir çözüm üretme bir öneri sunma gibi bir kaygıları olamaz. Dolayısıyla yönetmenlerin bir diğer amacı da sadece göstermektir. Ama sadece gösterme kaygısı ile belgesele yakın bir film çekilse bile Rosetta gibi, filmden sonra Belçika’da uzun süre çalışmayanlar için “Rosetta yasası” denilen iyileştirici bir yasa çıkarılması, sanatın ve sinemanın gücünü gösterir nitelikte.
Mert DEDECAN