
Lahmacun ve Marx : Bir Cüneyt Sadi Melek Hikâyesi

Bugün yine 21 Haziran, Cüneyt’in ölümünün 10. yılı. Bu nedenle onunla ilgili bir anı anlatmamak olmazdı. Ölümünden 10 yıl sonra bile bazı anılarını hafızamda, bazen eksik bazen yamuk ama hâlâ taşıyor olmak benim için değerli. Bu daha ne kadar sürer bilmiyorum ama umarım gelecek yıl onun için sadece bir anı yazmakla kalmam da, daha kalıcı bir şeyler başarabilirim. Bilmiyorum. Göreceğiz.
Cüneyt, tam olarak tanımı kolay olmayan bir karışımdı. Biraz anarşistti, biraz Doğu felsefesine düşkündü, biraz da Marksistti ama bu tarafını bazen inkâr eder gibi yapardı. Özellikle çaysızken. Tezinde, sohbetlerimizde, yolda yürürken bile Marx’la cebelleşmekten hiç vazgeçmezdi. Görüşlerini tartışmak, eleştirmek ya da parlatmak onun için günlük işlerden biriydi. O yüzden Paris’te yaşayıp da, 3-5 saat uzaklıktaki Trier’e — Marx’ın doğduğu şehre — gitmemek olmazdı. Arabaya atladık, yola çıktık. Yol boyu yine klasik Cüneyt monologları eşliğinde ilerledik.
Trier’e vardığımızda ilk durağımız tabii ki Marx’ın doğduğu evdi. Biletle giriliyordu, evet, ve bu duruma ister istemez biraz söylendik. (Tamam, çok pahalı değildi ama “Marx’ın evine para vererek girmek” fikri hepimize biraz ters geldi.) Yine de girdik. Her odada, “Acaba burada Marx çocukken ne yapıyordu?” diye aramızda absürt teoriler kurarak dolaşıyorduk. Cüneyt hayal kurmayı severdi. Bir noktada oyalana oyalana tek başına bir odaya girip sessizleşti. “Burası Marx’ın düşüncelerinin kuluçka merkezi olabilir mi?” diye fısıldadı kendi kendine. Peşinden gidip “N’abiyorsun olm burada?” dediğimde daldığı yerden zar zor çıktı. Büyük hayalleri vardı. Biraz da ukalalıkla, biraz da ciddiyetle. Sanırım bir yandan da Türkiye’de, ileride kendisini hatırlayacak birkaç kişi bırakmak istiyordu. Siyaset felsefesini seçmiş olmasının sebebi de belki buydu.
Evin bahçesine çıktığımızda Marx’ın büstünün önünde saçma sapan pozlar verdik. İçten içe o geziden bir şeyler umuyordu ama bunu çok açık etmezdi. Çıkarken son bir kez daha dönüp baktı. Belki zihnindeki bazı fikirler o gün biraz daha şekillendi. Belki sadece hava soğuktu ve hızlı çıkmak istiyordu, emin değilim. Ama dönüş yoluna geçmeden önce, birer Komünist Manifesto aldık. Tabii ki para vererek. (İyice işi ticarete dökmüşler diye hepimiz içten içe söylendik ama yine de aldık.) Ellerinde sadece İngilizce baskılar kalmıştı, başka dil kalmamıştı — ne Fransızca ne Almanca. İngilizcesini almak zorunda kaldık. Hâlâ kütüphanemin bir köşesinde durur o nüsha. Arada gözüme çarpınca gülümserim, içinden fiş de düşmüştü, fiyat etiketiyle birlikte. Marx’a katkımız belgeli.
Etli mi olsun abi?
Bu kadar kültür yeter diyerek yakınlardaki bir Türk dönercisine girdik. Almanya’nın bu küçük şehrinde, araya sıkışmış bir mekândı. Lahmacunu görünce Paris’ten gelmiş görmemişler olarak hemen sipariş verdik. Tam o sırada kasadaki adam hayatımda duyduğum en garip soruyu sordu: “Etli mi etsiz mi olsun abi?” Vegan olmadığımıza göre “etli” dedik haliyle. Meğer kastettiği şey lahmacunun içine döner eti koymakmış. Aklımızın ucundan geçmemişti. Gelen şey koca bir hamur parçasıydı; ağır, yavan ve mideye oturan bir garabet.
Cüneyt bir süre sessizce yemeği inceledi, sonra “Bu yemek bana Hegel’i unutturdu” dedi. Ardından her zamanki gibi derin mevzulara kaydık. Tüketim kültürü, yemeğin ideolojisi, Almanya’daki göçmen mutfağının deformasyonu üzerine yarı ciddi yarı dalga geçerek konuşmaya başladık. Bir yandan güldük, bir yandan da “Gerçekten bu kadar anlamsız bir şeyi insan neden yer?” diye tartıştık. Marx’ın eviyle başlayan gün, dönerli lahmacunla sona erdi. Konuşmalar bitmedi, yarım kaldı.
On yıl geçti ölümünden. Hâlâ bazı cümlelerini, bazı tepkilerini hatırlıyorum. Hâlâ yaşarken yazdıklarını ya da yazmadıklarını düşününce, kafamın içinde bir yerlerde onunla konuşuyormuşum gibi hissediyorum. Bu hissin ne kadar daha süreceğini bilmiyorum. Ve başta da dediğim gibi, umarım seneye sadece anı yazmakla yetinmem. Bakalım. Göreceğiz.