Aşk Nedir? Aşka Sitayiş – Bölüm 5: Aşk ve Politika
Aşk Nedir? Aşka Sitayiş – Bölüm 5: Aşk ve Politika
Bu yazı dizisi sanırım hayatımda en uzun süren kitap değerlendirmesi (özeti) olma yolunda ilerliyor. Tüm ülkemizi vuran depremin benim doğup büyüdüğüm Antakya’yı yok etmesi bu kitaptan biraz uzaklaşmama neden oldu. Şimdi tekrar ele alıp son iki bölümü de bitirmenin ve bu yükten kurtulmanın zamanı geldi.
Sizden ricam, daha iyi bir kavrayış ve daha nitelikli bir tartışma için bu bölümü okumadan önce önceki bölümleri okumanız:
En başta şunu belirtelim: Alain Badiou’nun politika derken aslında çoğunlukla politik angajmandan bahsettiğini, bu nedenle kafanızda göbekli 80 yaşında politik dinozorlar değil, küçük Deniz Gezmiş’leri canlandırmanız gerektiğini söyleyebiliriz.
Bu bölümde, en genel anlamda, kendini politik bir hayatın içinde ifade edecek kişinin aşk hayatında bu angajman ile paralellik ya da zıtlık gösteren noktaların işlendiğini söyleyebiliriz. O kadar çok noktaya değiniyor ki, bunların hepsini burada irdelemek ya da alıntılamak kitabı yeniden yazmak olacağı için bazı noktaları seçerek özetlemeye çalışacağım.
Aşk ve politika arasındaki korelasyonda öncelikle bir zıtlık üzerinden başlıyor Badiou. Politika, insanların beraber, benzerliklerini ön plana çıkararak neler yapabilecekleriyle ilgiliyken, aşk ise farklılıkları kabullenmek üzerinedir. Politikada biz birbirimize benzeyen yanlarımızın gücüyle neler yapabiliriz sorusu varken, aşkta ise farklılıklarımıza rağmen bu beraberliği nasıl yaratıcı kılabiliriz sorusu ön plana çıkar ve dünyayı farklı algılayan iki insanın birbirlerinin farklılıklarıyla nasıl bir yaratıcılık süreçlerine girecekleri sorunsalı ilişkinin dinamiklerini belirler.
İkisinin yapısal benzerlikleri de vardır. Misal, aşkın devlet kurumu olarak nitelendirilebilecek bir olgu, gelenek: Aile. Yaşadığımız toplumun yapısında aşkın kurumsallaştırılması süreci, politikanın yönetim şekli ve araçlarının kurumsallaşmasıyla benzeşir. Belki politika devletsiz yapamayabilir (devlete karşı olmak ya da onun yanında olmak ya da yeni bir yönetim kurumu yaratmak…) ama aşkta durum farklıdır, bu kurumsallaşma olmadan da aşk olabilir. Günümüz politikasında devlet kurumuna karşı bir tutum belirlemek vazgeçilmez olsa da, nihai amaç devletin kendisi değil, kolektifin beraber neler yapabileceğini anlamak ve onun gücünü sınamaktır. Burada da evliliğin ve çocuğun bir üstün son olduğunu düşünen dini bütün arkadaşına karşı çıkıyor (bir önceki bölüm) Badiou ve aşkta da benzer bir durumun söz konusu olduğunu, aşkta amacın üremeyi devam ettirmek değil dünyayı farklılıkların penceresinden anlamak olduğunu tekrar tekrar ifade ediyor.
Biraz karmaşık olsa da en genel itibarıyla, aşk ve politika arasında paralellik kurarken temel kavramlardan olan, birbiri içerisine girmiş “amaç-araç” ilişkisini netleştirmeye çalışıyor diyebiliriz. İkisinde de amacı her zaman daha üstün tutarak araçları amaçlaştırmamak gerek noktasına geliyor. Bu iki ögenin kurumsallaşma evresindeki araçları nelerdir diye sorulduğunda da bazı somut noktalara değiniyor Badiou. Aşkta cinsel yaratıcılık, çocuk, geziler, çalışma hayatı, arkadaşlar, dışarıda geçirilen vakit, tatiller… gibi araçların bir ilan-ı aşk sonrasında yerine getirilme süreçleri olduğunu ve bunun o kadar da kolay olmadığını dile getiriyor. Politika için de iktidar gücü, sınırlar, yasalar, polis, ve bütün bunları hesaba katarak açık, eşitlikçi ve devrimci bir politika gütmek hiç kolay değil diye de ekliyor.
Bu noktada benim de daha önce üstüne çok düşündüğüm, politikanın olmazsa olmazı ama ilişkilerde gerçekten de çok nefret ettiğim bir kavramı irdeliyor Badiou: Düşman. Politikanın esası düşmanın kendisidir, ortada bir düşmanınız, çelişki yaşayacağınız bir kişi, durum ya da kurum yoksa politika da olmaz. Hatta öyle ki, bazen düşmanın muğlaklaştığı ya da insanların -kısmen- rahatladığı ortamlarda, var olan politikanın (ve politikacıların) kendine meşru zemin yaratabilmek için, yeni düşmanların komplolarla yaratıldığına bile çeşitli ortamlarda şahit olmuşuzdur. Fakat, düşman kavramı her ne kadar politikanın vazgeçilmez unsuru olsa da, aşkta ise tam tersi, engeller olmasına rağmen düşman yoktur. Peki rakibimiz, yani “ben sevdim eller aldı”daki rakibimiz, sevdiğimizin bizim yerimize tercih ettiği o “yaratık” bir düşman değil midir?
Bu soruyu cevaplarken Badiou, Proust’a sağlam bir laf çakmadan geçemiyor. Proust, aşkın özünün kıskançlık olduğunu iddia ederken, Badiou, politikanın tersine aşkın başlaması için düşmana ihtiyac olmadığını hatta düşmanın bir parazit yaratmaktan öteye gitmeyeceğini söylüyor ve çok güzel bir noktaya değiniyor: Aşkın asıl düşmanı “ben”dir. Aşkta asıl mesele “ben”i yenebilmek, benim hayatımı başkasına dayatma ihtiyacı bencilliğini yenebilmek olmalıdır diyerek çıtayı iyice yükseltiyor. Kişinin kendi egosunun aşkının en büyük düşmanı olduğunu vurguluyor ve iki kişinin birbirleri arasındaki duygusal bağın bir düşmana bağlı olmadığını hatta düşmanın varlığının sadece bu işi daha tatsız hale getirdiğini ifade ediyor.
Aşk; insan yaşamının en heyecan verici, derinlikli ve karmaşık deneyimlerinden biridir. Ancak, bu deneyim sadece neşe ve mutluluk sunmakla kalmaz, aynı zamanda hayatın en büyük zorluklarından biri haline de gelebilir. Aşk içerdiği dramla, kimlik ile farklılık arasındaki çelişkinin en belirgin yaşanmışlığıdır. Bu deneyim, toz pembe romantizmle dolu olmayabilir, bu nedenle içerdiği risklerle baş etmek için sigortalanması fikri (bkz: ilk bölüm) çok cazip gelebilir.
Aşkın bu acı yanını ve üstün duyguları kabartmasını incelediğimizde, Hristiyanlık dininin aşkı nasıl işlediğine ve bunu nasıl kullandığına dair bir perspektif sunduğunu da incelememiz gerekir. Hristiyanlıkta aşk kavramı, doğal olarak, tanrısal bir boyutta ele alınır. Bu noktada, Paul Claudel’in görüşleri önem kazanır. Claudel, aşkın imkânsız görünen engelleri aşarak gerçekleşebileceğini ifade eder. Claudel’e göre, aşkın tiyatro sahnesi sadece iki kişinin tek bir sahnesi değildir; aşk, iki kişinin iki ayrı sahnesinde somutlaşır. İlki, bu dünyanın imkânsızlıklarla dolu sahnesidir; diğeri ise, burada kavuşulamayan her şeyin daha sonradan telafi edileceği diğer dünyadır. Bu noktada, inanç meselesi de ön plana çıkar ve Claudel’e göre aşk, tanrısal varlık üzerinden somutlaşır. Bu büyük ve üstün varlık kavramının politik angajmanda da var olduğunu söylemek mümkün. Politik angajmanın içerisinde aşk kavramı tanrı yerine kendi üstünlüğünü yaratarak “parti” olgusuyla bu ihtiyacı gideriyor. Özellikle 20. yüzyılda aşk ve parti birbiri içerisinde yeni bir dinamik oluşturuyor. Buna örnek olarak komünist şairler Eluard ve Aragon’un partiye duydukları aşkı veriyor ve buradan yola çıkarak da tanrı kavramı yerine oluşturulan bir başka üstünlüğün aşkı farklı bir yönde yücelttiğini belirtiyor. Bunun hala birçok militan için geçerli olduğunu söylerken, bu angajmanla ilgili aslında çok da bir yorum yapmamaya özen gösteriyor diyebiliriz.
Son olarak, değişimin yoğunlaştığı ve duygu yüklü sokak hareketlerinde büyüyen aşklarla ilgili de bir iki kelam etmeden geçmiyor Badiou. 1968 Fransa olaylarına değiniyor: Farklı insan gruplarının bir araya gelerek ortak bir amacı savunduğu bu tür hareketler, birbirinden farklı kesimlerin taleplerini bir araya getirir ve güçlü bir şekilde seslerini duyurmakla kalmaz, iki farklı kimliği birbirlerine normalden çok daha hızlı şekilde yaklaştırır. Badiou, politik adanmışlığın gücünü, farklı insanların bir araya gelerek ortak bir amaç etrafında birleşebilmesiyle; bir havanın ve insanları içine çekip onları beraber bir şeye yönelten bu tür durumların gücünü anlatıyor. Politik hareketlerin, birbirinden çok farklı iki enstrümanın ahengini yakalaması gibi olduğunu düşünebiliriz diyor: İki farklı enstrümanın aynı melodiye uyum içinde katkıda bulunabilmesi, iyi bir şefin elinde mümkündür.
Aynı şekilde, politik hareketler de bir tür “şef” olarak adlandırılabilir; farklı kesimlerin taleplerini ve duygularını bir araya getirebilir ve iki farklı kişinin bu ahenkle birbirlerini bulmasını sağlayabilir.
Bu haftalık da bu kadar. Bir sonraki ve son bolum : Aşk ve Sanat.
Nail ARAS